Fotoğrafını göremediğim zaman boğazım düğümlendi, evet. En azından bunu inkar edecek değilim. Hani hep büyüyünce unutursun derler ya, ben çok büyümedim ama birçok şeyi unuttum bile çoktan. Daha fazla canımı yakmasın diye belki de. Biraz zaman alacak biliyorum. Her şey gibi bu da biraz zaman alacak sadece. Sonra dönüp baktığımda yerin aynı kalacak demeyi isterdim ama ben yirmi yaşındayım. Ve yirmi yaş beylik laflar etmek için çok erken. Ve ben de biraz yorgunum. Kendimi anlatmak için kelimeleri delik deşik etmekten yoruldum çünkü. Kendime bir yol ararken uçurum kıyılarına gelmekten de. Yolumun çıktığı her uçurumdan kendimi aşağı bırakmaktan da. Ve bütün bunlar yaşanırken kimseyi orada göremeyişimden de. Ben yaşım yirmi olmasına rağmen çok süratli yaşadım, çok gördüm sandım. Hiçbir şey bilmememe rağmen her şeyi biliyorum sandım. Bildiğim bir halt yokmuş oysa. Mesela çok sıradan bir fotoğrafı görememek bile insanı acıtabilirmiş. Her zamanki basit, alelade bir fotoğrafı görememek insanın boğazını düğümleyebilirmiş. 

Hep "Daha yolun başındasın." derdin. Yolun başında olmayı hiç sevemedim ben. Böylesi ağır ve çok hissederken, bunun daha başlangıç olma düşüncesi göğsümü daraltırdı çünkü. Hiç söylemedim sana. Söylemek istediğim onlarca şey varken, susup seninle müzik dinlemeyi sevdim. Zamanı vardıysa; yalan da açığa çıkardı çünkü, pusuya yatmış bekleyen ölümcül duygular da. Bekledim. Vakti gelsin diye bekledim. Güzel şeyler olsun diye bekledim. Bir kerecik bile olsa içinden geldiği için beni öpüp koklamanı bekledim. Olmadı. Yeterince büyümemiştim çünkü daha. 

"İstediğim şeylerin hiçbiri olmuyor." dediğim zamanlar "Belki de yanlış şeyleri istiyorsun." derdin bana. "İnsanın direnmeye gücünün yetmediği isteklerin hangisi yanlış olabilir ki?" diye soramadım hiçbir zaman sana. Yeterince büyümemiştim çünkü. Sözlerimin ciddiye alınacağı yaşlarda değildim daha. Tutup seni omuzlarından sarsmak istedim çoğu zaman. "Güldüğünde ince bir çizgi halini alan gözlerinin beni görmesi için daha ne yapmam gerek?" diye sormak istedim. Yapamadım. Senin gibi güçlü bir adamı tutup sarsabileceğim güçlü kollarım yoktu çünkü. Dışardan bakıldığında her zorluğa göğüs geren bedenim seni tutup sarsmaya yetmedi. 

"Öyle olmadığını biliyorum ama sanki her şeyi biliyormuşsun gibi geliyor bana." derdim hep. Sessiz kalıp tebessüm ederdin. Gözlerin ince bir çizgi halini alırdı. Seninle geçirdiğim vakitlerde en çok bunu severdim: seni güldürebilmeyi. Çok büyük bir zafer kazanmışım gibi hissederdim. Hayata kendi köşesinden sessiz ve siyah gözlerle bakan bir adamın inci dişlerini görürdüm çünkü o vakitlerde. 

Konuşmayı sevmesen de seninle sohbet etmeyi çok severdim. Çok konuştuğum için başını ağrıtırdım belki de, bilmiyorum. Bana "bak bu filmi izle." ya da "sen bu şarkıyı çok seversin." demeni çok severdim. İzlediğim ya da dinlediğim şey her neyse seni hatırlatırdı çünkü. Bunlar artık canımı acıtacak belki de. Ama hepsi için minnettarım. Çok garip ve adı konulamayan bir şeyi paylaştık seninle. Hani ıssız bir ormanda bir ses duyarsın da durup yanındakine sessiz ol işareti yapıp kalp atışınla beraber o sesi dinlersin. Sonra sorarsın: benim duyduğum şeyi sen de duyuyor musun? Sanırım öyle bir şey işte. 

Daha fazla yazmak istemiyorum. Çünkü yazdıkça seni ne kadar özlediğimi fark ediyorum. Ve zaman zaman yine aynı şekilde özleyeceğimi. Yine de biraz rahatlıyorum. Gittikçe bir veda mektubuna benziyor bu yazı. Keskin ve acı bir tadı oluyor yavaş yavaş. Her ne kadar güzel şeylerden bahsetmeye çalışsam da. Hiç postalanmayacak bir veda mektubuna benziyor sanırım. 

Hani bazı zaman-insan çizelgeleri vardır. Ailenin hangi dönemlerde yanında olduğunu, hangi arkadaşların hayatına ne zaman girip çıktığını gösteren yatay eğriler. O çizelgelerdeki doğru insan yanlış zamanın hep sen olduğunu düşündüm. Ve hep bir yerlerde doğru zamanda seninle karşılaşma ümidine bağlandı her şey içimde. Belki de hepsi beynimin bana oynadığı küçük oyunlardır, bilmiyorum. Yine de canımın yandığını ve içeride bir şeylerin çıtırdadığını söyleyebilirim. Bir yerlerde bir şeylerin koptuğunu ve yerle yeksan olduğunu kesinlikle söyleyebilirim. Artık bir önemi yok tabii. "Kırılan bir şeyi yapıştırsan da su sızdırır çünkü çatlaklarından." 

İyisini düşünmeye alışkın olduğumdan değil de, gerçek hayattan çok güzel bir kaçış yolu olduğunu düşündüğümden hep güzel şeylerin hayalini kurardım. Kurduğum hayallerin hepsini ince ve zarif ellerinle nasıl yıktığını da düşünüyorum bazen. Kimse evini barkını yıkan birinin ellerine şiir yazmaz. Olsa olsa sitem olur çünkü o. "Bak ben bunların hepsini kendime bir beden büyük gelen ellerimle yaptım, yaparken o bir beden büyük ellerim nasır tuttu, ama ben yine de memnunum yaptığıma. O bir beden büyük ellerin senin dudaklarına değme ihtimali beni ayakta tuttu çünkü hep." 

Daha fazla ne yazacağımı inan ki bilmiyorum. Gittikçe garip bir hal alıyor çünkü. Senin katil benimse maktul olduğum ucuz bir polisiye romanına benziyor. Oysa senin kalbinin güzelliklerle dolu olduğuna inanmak istiyorum. Her zaman dediğim gibi, "kötü olduğunu anlayacak kadar tanımak istemiyorum seni." 

Çok inanmak istedim hep biliyor musun? Güzelsin dediklerinde inanmak istedim mesela. Ellerin o kadar da büyük değil dediklerinde ya da. Burnun yamuk değil, çok fazla kilon yok sen güzel bir kadınsın, dedikleri zaman. Hiçbirine inanmadım da tuttum senin beni sevebileceğine inandım. Üstelik sen bir kerecik bile bunun bahsini açmamışken. 

Yine de seni tanımak ve hayatının bir dönemine de olsa dahil olmuş olmak beni mutlu ediyor. Olur da bir gün bir yerlerde seninle karşılaşırsak lütfen gözlerimin içine bakmaya cesaretin olsun. Bir insan en ince şekilde nasıl kırılır, başka bir insanın bıraktığı enkazın altında nasıl kalır, bunları ben belki söze dökemem. Ama lütfen gözlerimin içine bak. Anlatamadığım her şey parlayacak orada. Kırk yaşıma gelsem de parlayacak çünkü. Sonradan fark ettim ama yaşla bir alakası yokmuş hiçbir şeyin. Kırk yaşına gelsem de benim bileklerim çok güçsüz olacak senin ellerini tutmak için...