Eskiden bizim evin karşısında izbe bir ev vardı. Ön tarafında kocaman bir arsa. Dostlarla oturup, saatlerce muhabbet edip dertleşirdik. Şimdi apartman diktiler oraya. Önünde iki dakika sohbet etmeye gelmiyor. Teknolojik teyzeler dış kapının diyafonundan “Gençler, apartman önünü işgal etmeyin.’’ diyor. Asıl işgalci onlar ama bilmiyorlar. Anılarımıza göz diktiniz, hayallerimizin üzerine beton döktünüz siz.


Üniversiteden yaz tatili için dönmüştüm memlekete. Gündüzleri gayet mutluydum ama geceleri bazı gerçeklerin peşindeydim. Kötülüğü kim icat etti? Eti şişe takarak pişirmeyi icat eden ilk insanın dünyayı anlamlandırma çabası ne düzeydeydi? İnsan yenilmek için mi yaratılmıştır? Hâlâ konuşacak gücümüz varsa ağladıklarımız yalan mı? Bla bla bla.


Tükenmiş ama gururlu bir şekilde, mahalle aralarında anlamsızca dolaşıyordum o eylül. Sene 2015, ayın yirmi dördü. Saat 22.05. Bir hal hatır soranım bile yoktu. Sonra Hamit geldi; biraz yorgun ve endişeliydi. Hamit küçükken geçirdiği bir kaza sonucu görme yetisini kaybetmişti. Bu durumu, dünyadaki pislikleri görmemesi açısından avantaj sayıyordu. Kör olduktan sonra filozof olduğunu ve bir konuşup bin dinlemeyi öğrendiğini söylemişti zamanında. Ama Hamit insanlarla genellikle konuşmazdı (mahallede bir ben hariç). İşine geldiğinde uzun cümleler kurar, onun dışında cevapları çok nettir: Evet, olabilir, bitti, saçmalama... Hayatta çok sessizlik tanımıştım. Ölüm anının sessizliğini... Yorganın altında ağlamanın sessizliğini... Pişman olmanın sessizliğini... Öfkenin sessizliğini... Kabullenişin sessizliğini... Ama onun sessizliğini anlayamıyordum.


— Bakıyorum da geceleri de dışarıya çıkmaya başlamışsın Hamit.

— Gündüzler pek bir halta yaramıyor Zilha.

— Gerçek hayat tecrübeleri gece kazanılır, gündüzleri de bir halta yaramaz zaten Hamit.

— Haklısın... Hayırdır, teksin böyle?

— Çok yalnız ve mutsuzum Hamit. İçimden hüzünlenmek bile gelmiyor. Bak, uzun Marlboro aldım. O derece.

— İstiyorsan dinlerim seni Zilha, benden bir cevap bekleme ama. Kimseye de seninle konuştuğumdan bahsetme bak! Bilirsin, kimseyle konuşmuyor bilinirim. Sen bana oyuncaklı yumurta alıyorsun. Seni severim, değişik bir insansın.

— Çok sıkıldım Hamit. Ezberlerim bozuldu, cümlelerim devrikleşiyor. Bir zamanlar hayat sandığım bahçeleri dikenli otlar bürüyor. Eski ağaçların gölgesi yok artık, bir kavağın gölgesi gibi her şey; iki sıra oturmamıza müsaade etmiyor. Gülmeyi, samimiyeti, dostluğu unutmuş insanlar. Her evde bir feryat figan var. Utancın esamesi okunmuyor artık. İnsanlar gündelik yaşamdaki eylemlerini aptalca temellere oturtup kendini kandırıyor. Düşün Hamit, hem utanmaz arlanmazlar hem de sahtekârlar. Çok sevdiğim ve değer verdiğim insanları yitiriyorum birer birer. Yanlış yapıyorlar çünkü. Yanlışlar kötüdür, karanlıktır. Büyüdükçe hayallerim küçülüyor. Arzularım, isteklerim, beklentilerim küçülüyor. Bu öyle bir küçülme ki ufacık kalıyorum ama hâlâ yaşıyorum. Keşke ölsem. İnsanlar nasıl dayanıyor bunca acıya ha Hamit? Nasıl hâlâ ayaktayız? Günlerin bizi çoktan yıkması gerekmiyor muydu? Ben de gerçek olanı arıyorum Hamit, diğer insanlar gibi... Aramızdaki farksa; onlar daha iyi yalanlar üretmek için arıyor, bense gerçekten gerçeği arıyorum. Şu üstünde çırpındığımız hain dünyada senin gibi saf ve temiz üç beş kişi kaldı, sırtını puslu bir duvara yaslayıp sevdikleriyle çocukluğunu yakmaya hazır üç beş kişi. Ne yazık ki sizi de bozmaya çalışıyor bu utanmazlar... Mesela ben şu an yirmi sekiz yaşındayım. Seninle ücra bir arsada oturuyoruz. Çocukluğumuz, gençliğimiz, saflığımız olan arsada. Bak, şu karşıdaki yolu görüyor musun? Görmüyorsun! İşte ben o yoldan yirmi sekiz kez omzumda tabutla geçtim. Yirmi sekiz ölü taşıdım omzumda! Şu an bastığımız kara toprağın altına gömdüm hepsini! Sonra hepsinin mezarına çiçekler ektim Hamit. Ne saçma şey değil mi? Sonra bulgur taneleri serpiştirdim mezarların üzerine. Kuşlar gelip yesinler diye. Geçen gölün kenarında otururken aniden yanıma ne idiği belirsiz biri geldi. Mucitmiş. İnsanlarda var olan duyguların ağırlığını ölçen bir alet geliştirmiş. Ölüm ile ayrılık duygularımı ölçtürdüm. Elli dirhem fazla çıktı ayrılık Hamit... Gözleri gören çok arkadaşım var ama çoğunda senin güzelliğin yok. Senin hissiyatın, inceliğin, saflığın yok. Fakat onlar görebiliyor be Hamit! Sende her şey karanlık, her şey siyah. Bizler görürken bile katlanamıyorken bu hayata, sen nasıl katlanıyorsun? Be adam, cevap ver cevap! Hani bir tek benle konuşuyordun? Şu an dertleşmenin tam zamanı değil mi? Bir akıl ver, bir nasihat et! Ne yapmalıyım ha? Bak şu an sırtımızı yasladığımız duvarın rengini göremiyorsun. Çiçeklerin, ağaçların biçimlerini ve büyüsünü göremiyorsun! Gökyüzüne gözlerini çakamıyorsun, gözyaşların karanlıklar içerisine akıyor! Anneni, babanı, kardeşlerini dünya gözüyle göremiyorsun! Bu kadar sıkıntıyı omuzlarında nasıl taşıyorsun, nasıl hâlâ dimdik ayaktasın, neden hâlâ oyuncaklı yumurtaları sevmekten vazgeçmiyorsun olum sen?Madem hayata inat yaşıyorsun, madem filozof olduğunu söylüyorsun, madem bir konuşup bin dinlemeyi öğrendim diyorsun; bu seninle bininci konuşmam, o "bir"i de sen konuş artık be! Bir şey söyle bana, bir şey! Düşüyorum Hamit... Ya yere serileceğim ya da yok olup gideceğim! Boz artık şu suskunluğunu. Sana deli diyor kimileri. Kendini akıllı zanneden asalaklar hani. Ama ben biliyorum, sende bir şeyler var, boşuna çekilmiyor bunca acılar ha Hamit? Peki nasıl dayanacağız be Hamit?


...


Taş olsam erirdim Zilha. Toprak oldum da dayandım...