“Arkası yarın!
- Tütün zamanı!
- Yazan: Necati Cumalı
- Anlatan: Kerim Afşar,
- Efektör: Korkmaz Çakar
- Oyuncular: Zeliş, ….
- …..”
Şeklinde başlardı heyecan. Her gün sabah, saat on sularında, yaklaşık kırk beş dakika süresince ellerimiz işte, kulağımız radyoda, adeta nefesimiz kesilircesine dinlerdik. Hele bizim yöremize, bizim yaşam biçimimize ilişkin bir öykü olduğunda ertesi günü iple çekerdik. Sabah alaca karanlıkta kalkıp tarlaya tütün kırmaya gider, dokuzda eve gelip kahvaltı yaptıktan sonra “arkası yarın” başlamadan önce tütünü iğnelere dizmeye oturmuş olurduk. O kırk beş dakika süresince, tütün tapalarının iğneye geçerken çıkardığı seslerin yanında dışarıdaki kumru ve serçe kuşlarının seslerinden başka ses duyulmazdı etrafta.
O zamanlar tek iletişim aracımız ve karanlık gecelerimizin aydınlık sesiydi radyomuz. Altı pilli transistörlü Grundig. Üzerinde annemin hünerli elleri ile ördüğü dantelden bir örtü ve tik takları bazen geceleri uyku kaçıran bazen de kendinizi bir incir ağacına kurulmuş salıncakta bir o yana bir bu yana sallanır bir rüyada hissettiren saatimiz yer alırdı.
Ne çok pil aldım ona. Bir de on iki numara lamba şişesi ve fitil. Sonradan gaz lambası yerine “lüx” lambası kullanılmaya başlayınca, bakkaldan belli günlerde aldıklarım arasına “amyant” da katılmıştı. Amyant denilen file şeklinde örülmüş küçük bez torba, ampul gibi ışık verirdi. Ne yazık ki küçük bir titreşimde düşebilirdi. Yenisi önce alkol ile ıslatılır, üst tarafındaki büzgülü kısmından seramik bir başlığa bağlanırdı. Sonra alt tarafta kalp şeklindeki hazneye konulan alkolü kibrit ile tutuşturunca amyant iyice yukarı çekilip büzüşürken yarım küre şeklindeki deposunda gaz yağı bulunan lambayı pompalamak gerekirdi. Amyant değişim sürecinde, gaz lambası adeta “benden kurtuluş yok” der gibi aydınlatma görevini üstlenir, alevi salına salına yanar, gözleri kamaştıran lüx ışığı belirince üflenip söndürülerek ocak üzerindeki yerine konulur, bu sırada çıkan gaz yağıyla karışık kesif bir duman kokusu ortama yayılırdı.
Ülkenin en batısında yaşamamıza rağmen ve beş kilometre uzağımızdaki Nahiye’de elektrik olduğu halde bizim köyde elektrik yoktu. Önceleri anlam veremediğim bu durumun nedenini, yıllar sonra, köyün eski muhtarlarından biri kulağıma şöyle fısıldadı: “1965 yılındaki seçimde köydeki sandıktan İşçi Partisi’ne üç oy çıktı. O nedenle bizim köyü kırmızı çizgi ile işaretlediler” dedi. Ne derece doğruydu söyledikleri bilemiyorum. Ancak hatırlıyorum, her seçim öncesinde köyün toprak yolunun asfaltlanacağı söylentileri yayılır, YSE’nin (yol, su, elektrik) sarı renkli damperli kamyonları ve gördüğümde korkumdan koşarak eve kaçtığım, bir canavarı andıran greyderler köye gelirlerdi. Hasırdan fötr şapkalı, aynalı gözlüklü “çakal” lakaplı şefleri, sağa sola emirler yağdırır, belden aşağı küfürleşmeler arasında Âdem ağabeyin kahvesinde “beleş” çaylarını içerler, geride bıraktıkları greyder, yolun kenarındaki hendeği tıraşlayarak onca şamatayı sonlandırıp giderdi. Seçimden sonra ise, istenilen sonuç alınmasına rağmen yolun asfaltlanması bir yana toprak bile dökülmezdi. Köylülerin sevinci hep kursaklarında kalırdı.
Nasıl olduysa yıllar sonra, dosyadaki “kırmızı çizgi” biraz solmuş olsa gerek, köyün ovası olarak nitelenen, sahipleri tarafından satıldığında, satış bedeli diğer köylülerin yıllarca çenesini yoran deniz kenarındaki bir bölgede, Ankaralı “emekli paşaların”kuracakları yazlık siteye gidecek sekiz-on kilometrelik elektrik hattının, köyün neredeyse içinden geçecek olması üzerine, “ayıp olmasın” diye bize de bir “lütufta” bulunuldu. Ancak, köy içinde yapılacak elektrik hatlarındaki direklerin çukurlarını, köylülerin açması şartıyla. “Biz çukurları açarız, yeter ki elektrik gelsin” diyen köylüler buna razı olmuş, evimizin köşesindeki kayalık alana açılacak trafo direğinin çukuru da bizim şansımıza(!) düşmüştü.
O güne kadar kâh fener kâh gaz lambası ve sonunda lüks lambası ile geçirilen uzun kış gecelerinde; yetişkin erkekler sigara dumanı içinde köy kahvesine, kadınlar ışık gördükleri evlere doluşurken biz çocukların eğlencesi ise: gece boyunca süren, bazen de ertesi güne sarkan “hırsız-polis” oyunu oynamaktı. Saymaca ile iki gruba ayrıldıktan sonra “hırsızlar” köyün tamamına yayılır, “polisler” bahçelerde ve duvar arkalarında tüm gece boyunca hırsızları ararlardı. Dolunaylı gecelerde oyunun sonlanması daha kolay olurdu. Ara sıra köye gelen gezici sinemanın jeneratörü sayesinde ışıl ışıl yanan ampuller, kahvehanenin olduğu bölgeyi adeta gündüze çevirirdi. Tüm yıl boyunca ancak bir iki kez gelen bu gezici sinema dışında, köydekilerin tek eğlencesi ve haber kaynağı elbette ki radyo idi. Birçoklarının evinde, tarlaya da götürülebilen “çantalı” denilen modelleri vardı. Çantalının tek farkı; üst tarafında, çantaya benzer bir taşıma kulbunun olmasıydı. Tarladaki radyo, biz çocuklar için kanal arama ya da değiştirme bahanesi ile işten kaytarma fırsatı olurdu.
Daha dokuz yaşımdayken, 20 Temmuz 1969’da, Neil Armstrong’un “Benim için küçük, insanlık için büyük bir adım” olarak nitelendirdiği, Ay’a ayak basma anını bu radyodan dinlemiştim. O tarihte henüz köyümüzde elektrik olmamasının yanında geleceğine dair söylenti bile yoktu diyebilirim. “Eller Ay’a biz yaya” deyimi o zaman çıkmıştı herhâlde.
Bir başka önemli olayı; 20 Temmuz 1974 günü sabahında yine annemle tarlada iken, Kıbrıs Harekatı’nda Bülent Ecevit’in “Biz aslında savaş için değil, barış için; yalnız Türklere değil, Rumlara da barış getirmek için Ada'ya gidiyoruz” şeklindeki ilk demecini de komşumuzun tarlasındaki “çantalı” radyodan dinlemiştim. Annemin tedirgin hali ve telaşla eve döndüğümüzde köyün içi, askeri araçların toprak yolda çıkardıkları toz bulutuna bürünmüş ve etraf askerlerle doluydu. Askeri birlikler, sakin günlerde horoz seslerini işitecek kadar yakın olduğumuz Yunan adasını gören yüksek noktalara mevzilenmiş, buralara roketatar ve uçaksavar silahlarını konuşlandırmışlardı. Köy halkı, geldikleri ilk günde evlerindeki ekmek, su ve diğer yiyecekleri sıcaktan bunalmış askerlere sepetler dolusu taşır olmuştu.
Kocası Yemen’de savaşmış ninemin uyarısı ile annemin hazırladığı bir sepet dolusu yiyeceği ben de götürmüştüm askerlere. Daha yirmi gün önce askerlik görevine başlamış ağabeyimden bir türlü gelmemiş o ilk mektup nedeniyle zaten canı sıkkın annem, bu manzara karşısında oğlundan umudunu kesmiş, kendini yeme içmeden çekmiş, daha iki yıl önce kaybettiği küçük kızının yaralarını tam saramamışken eve yeniden bir matem havası yerleşmişti. Oğlundan bir haber alma telaşındaki babam ise o mektup gelene kadar askerlik şubesini kendine mekân etmişti adeta. Geceleri, olası bir hava saldırısı nedeniyle bu kez köyde elektrik olmasına rağmen gaz lambasına dönülmüştü tekrar. Askeri araçların ve köye gelip giden az sayıda otomobilin farları, çivit mavisi bir boya ile boyanmış, evlerde gaz lambası ışığının bile sızması, kalın perdeler ile önlenmişti. Saat başlarında kulak kesilen radyodan gelen haberlerden “gidişat” hakkında bilgi alınabiliyordu. Gün içinde, askerlerin nöbet tuttuğu noktaları gezen köy çocuklarının sağa sola yaydıkları uydurma haberler, bazen ciddiye alınır, söylentiler, aniden ortaya çıkan bir fırtına etkisi yaratırdı. Neyse ki radyo bu fırtınayı yatıştıran araç olurdu.
Annemle komşu ziyaretlerine gittiğimiz bazı akşamlarda eve döndüğümüzde, rahmetli ninemi Rum radyo istasyonlarını dinlerken bulurduk. “Yanya Muhacir’i olan ninem ne Türkçeyi ne de Rumcayı tam olarak bilmediği halde kendini o dile daha yakın hissettiğinden, yalnız kaldığı zamanlarda o kanalları dinlemeyi tercih eder, gözü yaşlı ağıtlar mırıldanırdı. O tarihte kapsama alanı TRT radyolarından daha geniş olsa gerek özellikle geceleri kanallar karışır, bu duruma kızan ninem, gözleri pek iyi görmediğinden optik yasaları bilircesine, radyonun yanındaki el aynasını kullanarak gaz lambasının ışığını, kanal arama için radyonun üzerine yansıtırdı.
Bir radyo fotoğrafı, beni binlerce fotoğrafa götürdü.