Sen ve İçimdeki Radyo


“Boş ver be Nurhan!


Şurada iki üç hayvan seveceğiz,


biraz da güneşe bakacağız.


Sonra ölüp gideceğiz.”




Selam sevgili dinleyen.


Baştan söyleyeyim; çok sarhoşum.


Erken davran ve yayını terk et.


Nereye gideceği hakkında hiçbir fikrim yok…






Bugün 12 Haziran.


Kulaklarımda sadece bir çınlama var. Senden gelen o mesajdan itibaren kaç gün sürdüğünü bilmediğim bir çınlama. Aslında çınlama da değil. Ağzımdan bir türlü çıkartamadığım, beceremediğim, ihtiyacım olan o tona çıkamadığım, sağır olacağım desibele çıkacak donanıma sahip olamadığım için direkt olarak beynimin hallettiği ses… Kulaklarımın kendi kendine attığı çığlık. Senin sesinden tekrar tekrar okuyup; “evindeki adamdan mesajla mı ayrılıyor?” diye sorguladığım ve aslında bir hiç olduğumu anladığım o mesaj. Bir boka benzemeyen ve belki kendisini aslında hiç ilgilendirmeyen konular için gözlerini devirerek benimle kavga edebilen kadının karşıma çıkacak cesareti olmadığına inanmamı istemesini bir türlü algılayamadığım o an… Çok kırgınım, seni öpemeden, sana sarılamadan gitmeme sebep olduğun için. Çıkmamak için evde ne kadar zaman harcadığımı bilemezsin. Şurayı düzelteyim, bunu alayım. Benim geldiğim halde bırakayım derken; ah:


lavaboda sabunu, banyoda lifi, mutfakta kendimi, televizyonda diziyi, yataktaki yastığı, sana uzanan kolumu, bizi örten yorganı, senden gitmek istemeyen zihnimi… Sadece mantığımı aldım yanıma sanırım, bir kaç parça da anıyı.


Ben giderken en çok seni götürdüm sevgili dinleyen.


Geçmiş geçmişti, bizse gelecek. Bilmek aslında ilerlemenin en önemli unsuruydu bence ama ilerlemek istemedik belli ki. İnsan kendisi olmaktan vazgeçemiyor elbette. Ama karşısındakinin değiştiğini de görmek istiyor. Bir özelliğini beğeniyor ve istiyor ki kalanlar da kendi istediği gibi olsun. Olmuyor. Bir yaştan sonra mümkün olmuyor. Özellikle beklenen adalet olmadıktan sonra… Sonrasını kabullenmek zaten kölelik, baş kaldırış, isyan: Daha sonrası ya devrim yada devlet değişimi. Bense arafta kaldım. Dante gibi; ortasındayım ölümün…


Evden nasıl çıktım bilmiyorum. Ne yapmam gerek hiçbir fikrim yok. Doğaçlama ilerliyorum. Bu ifade sadece zamanın ilerleyişiyle ilgili. Işık yüksek hızda ilerlediğinden -acelesi var sanki orospu çocuğunun, Plank zamanı neyimize yetmedi?- zaman benim için çok hızlı akıyor o sıra. Yeterince düşünecek vaktim yok yani. Bir tablet Remeron olsa daha rahat düşünebilirdim elbette ve belki savaşacak vakti de bulabilirdim. Bir cesaret ne anlatıyorsun sen diyerek yanına da gelebilirdim ama tek gördüğüm bir figüran olduğumdu. Senin geçmişinin kırılanlarını toparlayabileceğin bir figüran. Yetiştirebileceğin, öğrenmeye açık, kim olduğundan çok ne olabileceğini umursadığın kişi. Yanlış anlama sevgili dinleyen buna biraz da ben izin verdim. İkimiz de hatalıyız. Ben kafamda yedi sene taşıdığım kadını elbette böyle hayal etmemiştim. Bu yüzden bu kırıklık iki taraf için de. Sen kırıldığın yeri umursayıp; “sonraki böyle olmayacak”, ben ise “bir sonrakinde böyle olmayacağım” demişiz. Bakış açısı, ne diyelim? İnsan hatayı önce kendisinde aramayınca giderek yükseliyor. Aslına yükseldiğini sanıyor. Etik öğretimi işte. Afrika’da bir kabile de olsak kimsenin çıplaklığı sorun değil ama onlar için örtünmemiz sorundu. Yaprak da yeterince işe yarıyordu yoksa.


Neyse…


Mesele ayrılman, ilişkiyi bitirmen değildi sevgili dinleyen. Mesele bana ne hissettirdiğindi. Bir gün önce “senle konuşarak bir şey çözülmüyor” dediğinde ben kapatmıştım zaten kendimi. Konuşmanın bir anlamı yoktu artık. İstediğin cevaplar bende yoktu. “Neden karanlıkta oturuyorsun?” diye yanıma geldiğinde cümle bile kurmak istemeyişim ve sadece “öyle” deme sebebim de ondandı. Yoksa karanlıkta oturmamın tek sebebi içeride beni rahatsız eden sineklerin balkona çıkmasını istememdendi; senden kaçmak değildi. Ve eminim asıl ayrılma sebebin bana yüklediğin misyondu; “sabah gözümü açtığında yanımda göremezsem ayrılacağım” dediğine yüzde yüz eminim. Gelmedim yanına. Ayrıl diye değil. Hiç uyumadım çünkü. Sabaha kadar düşündüm. Yan odada varlığınla üşüdüm. Bu gerekliydi. Bana yüklenen görev çok fazlaydı ve belki de bu bir istifa biçimiydi… bilmiyorum: Yorulmuştum. Tek düşünmem gereken şey önümdeki sınavdı. Belki bunu düşünerek bizi erteliyordum. Ama zaman da kısaydı be. Her şeye yetişmeye çalışmak… çok zordu.


Bugün üşüdü mü? (şimdi başka bir soru var)


Karnı doyuyor mu? (şüpheli)


Yeni yerinden memnun mu? (asla memnun olamaz)


Ben onun için doğru tercih miyim? (gördüğüm kadarıyla hayır)


Beni terk edecek mi? (evet ,[sonuç ortada] bariz)


İş mi sorun yoksa etik mi? (ikisi de olmalıydı senin için)


Geçmişinde terk ettiği biri miyim? (geçmiş sadece senin için sorun değildi Dante)


Stres babacım stres, düzeleceğiz inş be.


Düzelemezdik. Bu sorularla imkansızdı.


Bir filmi beraber bitiremedik Arsuz’dan beri. Baş başa yaptığımız tek şey sevdiğin diziyi izleyebilmekti. O da uykun gelene kadar. Ben kimdim ki? Evindeki kedi, köpek, iguana, sana sarılıp ölebilen herhangi bir şey. Çocukluğunda herhangi birinin sahip oluğu pelüş hayvandım ben. İstediğin zaman öldürebildiğin… Yine de özledim, anlamı olmasa da. Lanet olsun!


Üşüyen ellerini ısıtanı unutma. Beceremese de…


(elbette aktüel kişinin;


elini tut,


gözlerine bak,


yanaklarına dokun,


içinden geliyorsa avuçlarını öp…


sevdiğini söylemekten çekinme. Biliyorum sen sevmediğini yanında tutmazsın. Söyle. Sevmek zor,


söylemek kolay Küp)


Madem öyle ilk şarkımız geliyor sevgili dinleyen.


Bir ilkin anısına…


https://open.spotify.com/track/3UvfwTOhV9AoYAZ0lUEseJ?si=futkKcOVT4yCw5tg4sxmeQ


Kaç gün sürdü bu halim bilmiyorum. İlk hafta tam karşılığı “mal” gibiydim. Hiçbir şey yapamıyor odaklanmakta çok güçlük çekiyordum. Anlamaya da çalışıyordum aslında. Konuşarak çözülmüyor diyordun. Konuştuğunu sanıyor demek ki dedim sürekli. Gözlerini devirerek, öfkeyle derdimize dert katıyordun. Açıkçası it gibi korkuyordun değil mi? Öyle. Ben öyleydim çünkü. Senden korkuyordum. Hep acelen, hep beklentin vardı ve bu beni giderek geriyordu. Germek ne kelime derimi çekiştiriyordun resmen. Neyse bunları anlatmanın bir anlamı yok. Zaten anlaşamadığımız bir konunun tekrarını ele almak aptallık olur, hiç olmadı zaman kaybı.


Mal gibi devam ettiğim süreçte doğru düzgün ders çalışamadım. Çalışmadım değil sevgili dinleyen. Her gün oturdum kitapların başına ama ne anladın diye sorsan; bilmiyorum. Bu yayınevi kaliteliymiş, kitaptaki kaliteye bak. Sayfalar muazzam. Tasarım desen o biçim. Ulan bu kağıttan ne uçak olur ha! Çocukken köydeki evin devasa terasından attığımız kağıt uçaklar geliyor aklıma. Biliyor musun en uzağa atma yarışı yapardık emeklerimizi. En uzağa atardım hep. Süzülüşü izlerdik dakikalarca. Dakikalarca tabii! Yamaçtaydı ev. Düz bile gitse zemin altından kaçıyordu sürekli… Hep eski ders kitaplarından yapardık o uçakları. Babaannem azarlardı bizi tatlı diliyle. Pek konuştuğu yoktu zaten. “O kağıtları yakıyoz oğlum! Bitirmen” derdi. Bitirdik. Tüm zeytinlikleri; içinde formüller, kasideler, büyük ünlü uyumları, dişli-çarklarla doldurduk. Tarih kitaplarına dokunmadık. Onlar renkli oluyor, fotoğraflar falan. Ağırlık dengesi bombok. Bir uçak yapıp salıyorsun doğaya, havada iki tur dönüp seni vuruyor. Olmuyor. Tarih işte tekerrür etmek istiyor. Bizde kendisine veda ediyoruz. Sonuçta yazılı geçmiş. Babaannem sobayı tutuştururken kullandı hepsini sonra. İnkılap tarihiyle yakılan soba daha iyi ısıtıyor onu fark ettim. Atam burada bile farkını gösteriyor.


Çalışmaya çalışırken bir yandan kendimi dizginlemeye çalışıyordum. Bizi düşünüyordum sürekli. En başından itibaren (seni ilk gördüğüm günle başlayan) yaşadığımız her şeyi kronolojik olarak düşünüp duruyordum. Seni üçüncü kez gördüğüm gün (ikinciyi sen hatırlamıyorsun) sırılsıklam olmuştum. Üşüyordum karşında. Tir tir titriyordum da belli etmemeye çalışıyordum. Beceremedim elbette. Karşında titrememek ne mümkün… onca zaman sonra aynı yüz, kıskandığın kadın karşında sana gülümseyerek bakıyor. Titremek değil bu sadece; giderek sarsılmak. İçindeki her şeyin bir yerlere düşüp kırılması. Camdan atılan televizyon, balkondan düşen saksı, Tufan Abinin kazara düşürdüğü kül tablasının çarptığı arabanın alarmı, sahibinin çıkardığı kavga, üst katta koltuktan atlayıp duran komşunun çocuğu, yan sokaktaki düğün, havaya atılan kurşunlar, bir boka benzemeyen havai fişeklerin sesi… Tam anlamıyla gürültüydü sana bakmak o sıra. Söylediklerini duymuyordum bile. Sadece gülümsüyordum. Aptal aptal bakıyordum sana ama doğrulmak ne mümkün! Saçmalama, düşünerek hareket et, adam akıllı dur. İmkansız bu gürültüde! Komşunun çocuğunu da sikecem sonunda! Bir dur amk! Hasret gideriyorum burada!


Bir sesle günümüze dönüyorum. Videoda konu tekrarı yaptıran Hocanın kalemi yere düşüyor. Çarpanlara ayırma diyor; ayrıldık diyorum. Basit eşitsizlikler diyor; haklısın diyorum. Hareket problemi diyor; yerimde duramıyorum diyorum. Mutlak değer diyor; ben hep negatif çıkıyorum. Geometrik olarak da bir karşılığım yok Hocam: Şekilsizim! Uğraşma benle!


Kapatıyorum ekranı. Kendime kahve yapmaya gidiyorum. Yorgunum. Kettle’ı açık unutup yatağa düşüyorum. Birkaç yıl uyumayı deniyorum…


Bir süre böyle geçiyor sevgili dinleyen. Kapıyı tıklatıyorlar. “Kimse yok!” diye bağırıyorum.


Ve müziğin sesini sonuna kadar açıyorum.


https://open.spotify.com/track/3kM50GD76NgPWaTfKKKTz3?si=HJo-8i9ySQC15q0OZajNcg


Kettle yandı sevgili dinleyen.


Sınava 20 günden az kaldı sevgili dinleyen. Onca zaman boşa gitti. Hemen kızma, çalıştım gerçekten. Sadece ne seviyede olduğumu algılayacak halde değildim. Toparlamaya başladım hafif hafif. Kimse bir şey bilmiyor tabii. İçime içime konuşarak çözüyorum bir şeyleri. Tek başımayım, biliyorsun. Kendi kendime konuşarak matematiği bitirdim komple. Netler güzel geliyor. Görse ne gurur duyardı benimle diyorum. Bu kadar zamanda en az 28 net çıkıyor. Bir de süreyi halletsem sınav benim. Matematik çok zamanımı alıyor hala. Türkçe de bakmak lazım ama vakit mi kaldı? Coğrafya bana hasret, tarihi yaktık sobada…


Neyse; nasılsa mat bitti diyerek araya Türkçeyi alıyorum. Birkaç video, az biraz soru derken konu eksiklerimi hallediyorum. İki soru iki sorudur. Cümlede anlam falan bizim işimiz. Bi bok anlamıyoruz ama 26 nete de dayıyoruz Türkçeyi. Kalıyor sınava 7-8 gün. Elde var coğrafya. Ne bok yiyeceğiz şimdi sevgili dinleyen? O kadar bilgiyi bir haftaya nasıl sığdıracağız. Deniyoruz. Durmak yok. Hangi meyve nerede, hangi maden nerede çıkıyor, ülkenin tatlı su kaynaklarına giden yollar, geçitler, toprak çeşitleri, jeolojik yapılar… hepsi senden geçiyor, Ankara’ya uğramadan geçmiyor demiryolları mesela. Geçmiyorsa da ben uğruyorum sana… Devam ediyorum tabii sana uğrarken. Gün içinde denemeler, coğrafya videoları, konu testleri, o kadar uğraştık tarih videoları da gelsin diyoruz. Çıkmış sorular, çıkabilecek sorular, rabbim bana yardım et: “Bunlar nasıl sorular?” derken; iyi bir yayından siparişini verdiğim Türkiye Geneli denemelere dadanıyorum sonra. İlk netler “ay n’luyo, n’luyo?” dedirtse de sonlara doğru muazzam sonuçlar geliyor. İlk ondayım kesin. 90 puanı zorluyorum. Hey yavrum hey!


Sınava birkaç gün kala Adana’ya geçiyorum. Nasıl bir sıcak var; derimi sökeceğim neredeyse. Dışarı çıkmayı hayal bile edemiyorum. Evde geçiyor zaman sürekli. Çok boğmamak için kendimi konu çalışmayı bırakıyorum. Soru çözüyorum sadece. Mat 29, Türkçe, 25, genel kültür 18 net geliyor en az. Tamam diyorum. Plan basit; önce matematik, sonra Türkçe kalan zamanda da genel kültür halledilecek. Sonra ver elini 85 puan. Oldu mu?


Bok oldu! Her zaman ki gibi son anda kafam çalışmadı. Aptallık etmekte üstüme yok biliyorsun. Kitapçığı kontrol edin dediklerinde genel kültür sorularını görünce beynim buharlaştı. E sınıfta sıcak, klimanın kendisine hayrı yok. Sadece göz gezdirirken bile 10 soruyu çözmüştüm. Ulan dedim zaten sana zaman lazım çıkart şu genel kültürü aradan. Çıkarttım. Çözebileceğimden daha fazla soru çözdüm. 10-15 dakika kalsa yeter dediğim yerde yarım saate yakın zaman harcamışım. Koşarak Matematiği bitirip oradan kalan zamanla Türkçeye zıpladım. Ama zaman yetmedi doğal olarak. Türkçe yeni bir dildi artık benim için. 12 soruyu göremedim bile. Matematikte de kurşun delikleri vardı. Ama genel kültür iyiydi he!


Eve dönerken kendimi parçalamak istediğimi hatırlıyorum. Yaptığım hataya bir türlü anlam veremiyordum. Her şeye boş vermiş halde yönümü değiştirdim. Motorun direksiyonu Örcün’e döndü, ben o dar virajları ölümüne geçtim. Senle ilk gittiğimiz zamanki yere oturdum. Seni düşündüm. Sus pus olmuştun o gün. Bende öyleydim şimdi. Bomboş. Sana anlatmak istediğim her şeyi tekrar ettim içimden. Seni tekrar ettim. Ayrılık doğru kararmış gördün mü? Halledemedim bir sınavı.


O gün uzun süre oturdum o ıssızlıkta. Ağzım açılmıyordu ama çığlık çığlığa kulağımı tırmalayan sese eşlik ederek oturdum öylece sevgili dinleyen:


“çığlık kalleş


sessizlik mi dost?


ateş ve duman


hain düşman!


ıssızlığın


ortasında!”


https://open.spotify.com/track/5nuDV1mSITHD5grla7a2Rx?si=xoka-orkQM6Sad4l6Cp0mA


Bir süre daha kendimi parçaladıktan sonra eve döndüm. Güneşin altında kemiklerim bile kurumuştu. Su yoktu yanımda. Yaşlanmış hissediyordum. Derim gerilmiş, küçülmüş gibiydim. Eve ulaştığımda duşa zor attım kendimi. Saatlerce suyun altında kaldım. Ne yapacağımı düşündüm. İş yok, para yok, gurur, onur hiçbir şey kalmamıştı. Annemlerin yanına gitmeye karar verdim. Telefonu kapatıp köyde zaman geçirmek iyi gelirdi. Bu fikir iyiydi. Duştan çıkıp çantamı hazırlamaya başladım. Birkaç kitap ve bir iki parça kıyafet yeterliydi. Belki araziyi dolaşırım, fıstıkçamlarının altında gezerim diye arazide giydiğim pantolonu da koydum. Araba zaten çalışmıyor diye motorla gitme planı yaptım. Bu arada bütün gün bir şey yemedim kendim haricimde. Pek doyurucu da değildim. Tadım da bozuk gibiydi. Çürümüş bir et parçasıydım. Kendimi bırakıp öylece uzanıp uyumayı bekledim tavanı izleyerek. Beklerken, saat 22.00 civarı iş kapısı grubuna ilan düştü. Kafam yerinde değildi çalışmak iyi gelir diyerek aradım hemen ilan sahibini. O başka birine yönlendirdi, o da bir başkasına. Ondan ona derken tecrübe paylaşıldı, şartlar konuşuldu, ertesi gün görüşmek üzere anlaşıldı. Yaklaşık 1 saatte bir süreliğine de olsa iş sahibi oldum. Ya da senle başlayacak olan berbat bir süreç… Farkında değildim hiçbir şeyin sevgili dinleyen, seninle bu kadar yürüyeceğimi tahmin edemezdim…


Çanta yeniden toparlandı, arazi moduna geçildi, gerekli kişilere haber verildi. Sabaha kadar uyunmadı.


Tek bir şarkıyla geçen günlerin ilk sabahıydı sevgili dinleyen…


https://open.spotify.com/track/2sanU8Xp8Y73bTfjsPhXjx?si=-n2p7iQLTMSJ4xR4REz6cg


Kaç gün dinledim bu şarkıyı bilmiyorum. Zaman kavramı kalmamıştı. Arazinin ilk günlerinde bile, yürüyüş zamanlarında bu çalıyordu kulaklıkta. Çalıyordu ama ben ne kadar duyuyordum orası muallak. Sen aklımdaydın sürekli ama beni sinirlendiren çok fazla şey oluyordu. Bütün duygularımı Ogün Sanlısoy’a bırakmıştım. İşi bırakmamak için çok direndim, kendimle konuştum; “bugüne kadar ne zorlukları atlattın, bu mu lan bırakma sebebin!” dedim. Sustum. Başladığın işi bitireceksin ne olursa olsun, dedim. Dedim ama aklımın ucundaki senle neler atlattım bilemezsin. Senle düştüm çok fazla. Uçurumların kenarından el ele geçtik. Ayağımız kaydı çokca. Kıçımızın üstüne çok düştük. Her yerimiz derin çiziklerle doldu. Bir dünya borca girdik. Kıyafetlerimiz yırtıldı. Kaza yaptık. Dizimiz kanadı. Dağları aştık. Görüşümüz bozuldu; engel kazandık. Yağmurda sırılsıklam olduk kaç kere… Hepsini sana anlatmak istedim sevgili dinleyen. Tek senle konuşmak istedim; imkansızdı. Yine de senle konuştum sürekli, sen duymasan da… İyi de oldu; sensiz seninle konuşmak daha kolay. Ben sana derdimi tasamı, olanı biteni anlatırken beni ilgilendirmez bakışın yoktu konuşurken. En azından beni dinlemek zorunda kalıyordun böyle. Ben konuşurken kafandakilere odaklanmıyordun…


Başa döneyim. Hala uyumamışken -senden kalan zamanlarda- mesleki gereklilikleri hatırlamaya çalışıyordum. Zor oluyordu. Asli türlerin dağılışı, müdahale şekilleri, aralama biçimleri, karışımlarda yapılacaklar, kapalılık durumuna göre yapılacaklar, meşcere tipleri, gençlik müdahalesi, alçak aralama mı-yüksek aralama mı? Derken hiçbir şey hatırlamadığımı fark ettim. Araya giriyordun sürekli. Asli tür; Küp, müdahale şekli; Küp bakımı/aralama, karışım şekli; KüpK, meşecere tipi; KüpKcd(3,2,1), gençlik müdahalesine müsaaden yoktu, yüksek aralamaya müsaittin. Kafam allak bullaktı.


Yola çıkmak gerekiyordu. Adamlar açıkça belirtmişti; ertesi gün sahaya çıkacak şekilde burada ol diye. Arabanın muayene işlemleri vardı “halledip geleyim” dedim, “olmaz” dediler. Arabanın da aküsü bitmiş zaten o da çalışmıyordu. Kalsın dedim. Ne yapalım? Kalsın. Bir ara gelir hallederim dedim. Çantaları aldım motora geçtim. Yükümü ayarlamaya çalıştım. Artçı kısmına (sana ait olan yere) küçük çantayı alır, büyük çantayı da sırtıma alırım diyordum. Olmadı. Büyük çanta sırtımda duramıyordu yerin dolduğunda. O an bile kavga ediyordun “oraya kimse geçemez” diye. Şakası bir yana; olacak gibi değildi. Küçük çantayı motorun soluna bağlayıp, büyük çantayı da sırtıma almıştım. Tabii motorun çadırını, hiç sevmediğin turkuaz ceketimi ve tıraş setimin olduğu ufacık çantayı da küçük çantanın üzerine bağlamıştım. Bu şekilde yola çıktım. Çıktım ama sorunlar daha yoldayken başladı… yolun yarısına gelmemiştim henüz. Aynadan gördüğüm sahnede arkamdan siyah küçük bir şeyin benimle birlikte takla atarak ilerlediğiydi. Kafamı anlık olarak çevirdiğinde gördüğüm şey ise solumda duran çantayı tutan iplerinin gevşediği, çadırın dalgalandığı ve altından düşen tıraş çantamın aynada yansıyan görüntüsüydü. Yarım bir süper kahraman gibiydim. Kendi kanadı kendine düşman bir kahraman. Motorun solundan dalgalanan çadır motoru sola çekiyordu. Böyle bir durumda aracı sağa çekmem lazımken o kadar dengem sarsılmaya başlamıştı ki karşı şeride dalıp sola park etmiş ve hiç durmadan kafamda kaskla koşarak yolun ortasında duran siyah çantaya koşarak ulaşmıştım. Döndüğümde ise motorun yanında duran küçük bir eşek sıpası görmüştüm. Göbeğini açmış bana gülüyordu. Biraz sevip okşadıktan sonra çantayı tekrar yerleştirip, ipi sağlama alıp yola çıktığımda; aklımda “acaba senden bana bir selam mıydı o ıssızlıkta” düşüncesi yerleşmişti. Değildi. Sen olmamalıydın. Önüme bakmalıydım. Denedim de.


Yolun kalan kısmı karanlıktı. Daha önce hiç kullanmadığım bu tek şerit yolda sadece motorun aydınlatmasıyla ilerlerken kafamın içindeki onca düşüncenin ağırlığını dengede tutmaya çalışıyordum. Henüz ağzı kapanmamış kolileri üst üste yığmış, sağa sola devirmeden taşırken; kolilerden taşan anıları da tekrar yerine tıkmakla uğraşıyordum. Önüme bakmam gerekirken tüm dikkatim senden kalanlardaydı. Tek bir anıyı düşürmeden gidebildiğim kadar hızlı bir şekilde ilerliyordum. Mola vermeden, gece yarısından önce gidip yerleşmekti niyetim. Uykusuz halde ertesi gün araziye çıkmak istemiyordum. Dinlenmeliydim. Bu arazi senden uzak kalmamı sağlayacaktı. En azından o kolilerin ağızları kapanacaktı tek tek!


Neyse… devrilmedi hiçbir koli. Tuttum hepsini dengede çingene gibi; düzeni, yolu, yordamı olmadan. Darmadağın görünse de bir başkasına; o çingene için anlamı olan bir şekilde. Çok uzun bir yoldu karanlıkta sevgili dinleyen. Hayatta kalmanın belki tek yolu senin aydınlattığın- belki de gereksiz aydınlattığın-yada o sürate dayanabilecek tek aydınlığın Sen olduğun gerçekliğiyle-görebildiğim kadarıyla- haberin de yok sevgili dinleyen, ben de bilmezken; sana gidişimin en karanlık saatleriydi…


Vadilerin daraldığı, derelerin derinleştiği, virajların baş döndürdüğü yerlerden geçerken tüm dikkatimi sana vermiştim. Kafamın içindeydin. Düşmemeli, kaymamalı, kaza yapmamalıydım. Sana bir şey olmamalıydı. Yerli yerinde, en güzel halinle durmalıydın orada. Henüz gitmemeliydin. Beraber hayalini kurduğumuz her şeyin; yerlerin, tatillerin, piyanonun, resimlerin, oyunların, sinemaların, denizin, güneşin, taşın, toprağın, kedilerin, köpeklerin, kuğuların, ördeklerin ve etraftaki tüm o kalabalığın ortasında her zaman olduğu gibi parlamalıydın. Geriye kalan her şey gürültüydü, sense huzurdun. Genelde huzursuz olsan bile benim için böyleydi. Yüzün yüzümün önünde, gözlerin gözlerime denk, kemiklerim ağrıyana kadar sıktığım çenem ve kaskın içinde bağıran -o sıra ne çaldığını duymuyorum bile- sesle birlikte ilerliyordum. Ara sıra yolun içinden geçtiği birkaç hane oluyordu. O kadar yola yakınlar ki yavaşlamak zorunda kalıyordum. O yavaşlamalardan birinde fırsattan istifade kafamı sola çevirip baktığımda yanda duran çantanın firar etmekte olduğunu gördüm. Yolun ortasında durdum o şokla. Virajlarda o kadar çok yatmışım ki motor esnemiş, motor esnedikçe ip gerginliğini kaybedip lastiğe temas etmiş. E dedim ya çok fazla viraj vardı diye. Küçük küçük temas ettikçe bir yerden sonra ip kopmuş tamamen. Çanta altında duran manete bağlı olduğundan –senin sol ayağını koyduğun yer. Kıskanç köpek çantadan ne istedin!- motordan ayrılamamış ama baş aşağı düşüp yerde sürünerek gelmiş benle beraber. Ne kadar o halde ilerledim bilmiyorum ama çantanın üzerine bağlı tıraş setinin çantası parçalanıp içindeki makinenin tamamen eriyeceği kadar uzun sürmüştü belli ki. Makine neyse de Kemal Varol’un Kara Sis kitabının da sol üst köşesinden yaklaşık 3 cm’lik kısmı erimişti. Çantanın kenarından o kadar sürtünebilmiş. Everest Yayına transfer olduğunda yayınevinin ilk bastığı kitabıydı Kemal Varol’un. İçine girdiğim Kara Sis başka bir şekilde anlatılamazdı. Öyle güzel kaldın ki içimde; Everest’in ucu eridi. Var ol Kemal Abi!

Motoru yolun kenarına iyice yanaştırıp ara sıra da olsa geçen vasıtaların beni fark etmesini temenni ederek, şehit ve gazi olan eşyaları mümkün olduğunca hızlı bir şekilde kenara ayırdım. Al! Kimse oturmuyor yerinde sevgili dinleyen. Koca çantayı önüme, deponun üzerine bağladım. Onun üzerine de ayırdığım eşyaları motorun çadırına sarıp iplerin arasına aldım. Motorun üzerine oturduğumda çanta göğsüme kadar çıkıyordu. Kadranı göremiyordum haliyle. Tam yola devam edecekken yolun diğer tarafındaki evin önünde bir karaltı ayaklandı homurdanarak. Bir adım önce çıkıp kask yüzünden bana pek aydınlık gelmeyen aydınlatma ışığının altına geçti. Upuzun, incecik bir adam yüzü hala gölgede ve muhtemelen evin önündeki sundurma direğini tutarak “benzin mi bitti yiğenim?” dedi. Öyle bir irkildim ki anlatamam. Burayı betimleyemem hiçbir şekilde. Donup kaldım. Adama öylece bakakaldım. Saniyeler içinde aklımdan neler geçti. Daha değil ya! Şimdi değil! Ölmeyeyim bu ara! Hem ben yüklü sayılırım; aklımda biri var. Yazık değil mi ona? Biraz daha zaman n’lur! Kokusunu unutayım önce, sonra gözlerini, üşüyen ellerini, dudağının kenarını, beğenmediği burnunu, küçücük çenesini, çok yakıştırdığım perçemini, Asuman’la oynarken yaptığı hareketleri, ağzının içinden parlayan incilerini, Özlem’in evinde bana gülerken kıpkırmızı olan yüzünü, imkansız tabii ama o kocaman yanaklarını, katılarak güldüğünde çıkardığı sesi, hastayken buluştuğumuz gün bana bakışını… “Yiğenim! Benzin mi bitik?!” adamın ikinci sorusuyla kendime geldim. “Yok dayım, çantayı bağladım. Yarım saattir uğraşıyorum görmedin mi?” dedim. “Uyuya kalığım, moturun sesine kalkındım. Gafandakiyle görünce annamadım önce. Azrail sandım seni” deyip güldü. Bende güldüm. İkimizde ölüm sanmışız birbirimizi. Birkaç dakika daha iki Azrail muhabbet edip birbirimizin canına kast etmekten vazgeçtikten sonra müsaade isteyip yola çıktık. “Çıktık” tabii sevgili dinleyen. Yerini boşaltmak için elinden geleni yaptığına göre birlikte çıktık. Sonra sen yolda üşüme, bana da yardım et diye zihnime geri yerleştirdim. Göz göze devam ettik kalan yolu yeniden.


Şantiyeye ulaştığımda gecenin bir vaktiydi. Bizim şantiyeler pek de “şantiye”ye benzemediğinden anlayamadım nerede olduğumu. Komik bir şekilde olduğum yer hakimler ve savcılar lojmanlarını gösteriyordu. Doğru yer olabilirdi de. O kadar aptal bir meslekteydim ki her mantıksız her hareketi beklerdim. Çünkü kamu yararıydı, ucuz kiraydı, boş yer vardı, zaten küçük yerdi derken: Dümdüz selamsızlıkla; “burada uyursun, sabah da arazi var” diyerek elim bile sıkılmadan ertesi güne hazır bırakıldım. Merhaba, ben Kutay’dım, Kaya’ydım! Senin amına koyayım patron!!!


Özür dilerim sevgili dinleyen senden sonra her şeye daha da öfkeliyim.


Küfrüm mü etkiliydi yoksa ben mi bahtsızdım; her şeyi geçtim bana mı ah ettin: bilmiyorum. İlk gün aracımız arızalandı, yolda kaldık!


Tüm öfkemle; vadi içindeki yolda “yol yardımı” beklerken; baraja yerleştirilmiş yapay tesisteki balıkları taşlayıp özgürlüklerini hatırlatmaya çalıştım. Mümkün değildi. Bende aynı haldeydim. Kendimi taştan taşa vurabilir, bir dağ başında ölebilir, amenajman şehidi sayılır ve belki cesedim bile bulunamayabilirdi. İmkansız gibi anlatılır ama beceriksiz bir yürüyüşçü için orman tehlikelidir. Seninle her gün yaralandım sevgili dinleyen. Bu da mümkün… yaşadığımı sanmak da; ve hala seninle! Kahretsin; çok özledim…

O gün bir yolculuk anısı olarak bir şarkıyı dinlemeye başladım. Karlar içinde ilerleyen bir tren olarak devam ettim. Seni geziyorum sevgili dinleyen:


https://open.spotify.com/track/3KdNyeEZPSND2Eii1O2lNf?si=_ndWZbo6SJuiOkonO3qnCw


Şantiyeye geri döndük. Göğsümde hala bir yangın vardı. Tanımadığım bu insanlar arasında ne tamamen dışlanmış ne de aralarına alınmış değildim. Benden çok önce işe başlayıp sınav arası vermiş bir ekibe sonradan dahil olmuştum. Anladığım kadarıyla geçen senenin arazisinden de tanışıyorlardı. Onlar için temkinli yaklaşılması gereken bir yabancıydım. Şimdilik.


Hava çok sıcaktı. Nefes almak mümkün değildi neredeyse. Herkes üzerinde ne varsa çıkarmış öyle dolanıyordu ortalıkta. Ben nefes almaktan bile acizdim sevgili dinleyen. Sıcaktan ziyade yoksunluk çekiyordum. Bunalmıştım her şeyden. Ne plan yapsam, ne adım atsam bozuluyordu. Onca ihtimalin içinde hep mi yanlış kararlar vermiştim, hep mi yanlış adımlar atmış, düşmüş, dizlerimi kanatmış, kollarımı sıyırmış, kafamı binlerce kez vurmuştum? Hep mi benim hatamdı?.. Bugüne kadar hiçbir yerim kırılmadı ama tüm kemiklerim kırılmış gibi kıpırdamadan tavanı izliyordum bana tahsis edilen, gıcırdamadan duramayan şişme yatakta. Gözlerimi kırpmadan tavanda bir delik arıyordum ışığa ulaşacak. Düştüğüm delikten bir çıkış yolu arıyordum. Uykusuzluk mu bozmuştu bizi yoksa uyanmamak mı? Ne olacağımızı düşünüp endişe duyarken ne olduğumuza bakıp sevinmeyi unuttuk. Bu kadar mı korkmuştuk birbirimizden… Geçmiş pek de geçmiş olmuyor demek ki endişe yaratıyorsa. Geleceğin suçu neydi peki? Bir adım sonrası ne kadar derin olabilirdi ki? Düşsek zaten birlikteydi. Ben su kuyusuna düştüm çocukken ve adım Yusuf değildi. Tanrı mı beni bir daha görmek istemedi yada suçu yok muydu bilmiyorum; su çok soğuk, kuyu derin ve karanlıktı. Sesimi duyan her baba kör oldu o anda…

O günü büyük bir yorgunluk, uykusuzluk ve hüzünle kapattım sevgili dinleyen. Erkenden yattım. Ertesi günün sıcağına, yorgunluğuna ve senin git gide benimle daha fazla yürüyeceğin günlerin ilkine hazırlandım.

Sabah erkenden uyandım. Saat 7.00 da hazır olmamız söylenmişti ama ben alarm çalmadan uyanmıştım. 6.30’a kuruluydu saat. 6.20 civarı gözümü açmıştım. Boş boş saate bakıp tavanda bulamadığım deliği birkaç saniye daha aradıktan sonra kalktım o saçma yataktan. Sabaha kadar dönüp durduğum için hiç rahat edememiştim. Tüm gece koşmuşum gibi bacaklarım ağrıyordu. Bir de bu hamlıkla araziye çıkıp kim bilir kaç kilometre yok tepecektim. Yol dediğime bakma sevgili dinleyen, ortada bir yol varsa aklımın içinde seni aradığım yoldur. Yoksa dağ tepe tırman, in; ayakta durabilirsen! Kimse uyanmamıştı hala. Diğerleri çok geç yatıyor sabah uyanmakta da zorluk çekiyorlardı. Bense herkesten kaçmak için yatağa gömülüp uyuyor sonra diğerleri uyumaya geldiklerinde seslerine uyanıp yatakta debelenmeye başlıyordum. Ben debelendikçe altımdaki elastik yatağımsı hava yığını beni ortada tutmak için iyice içine çöküyordu. Anlamıyorum bu sıcakta nasıl olurda içindeki hava daralır, beni içine alır ve zar zor aldığım nefesimi kesmeye başlar. Ben uyumuyor yatakla savaşıyordum. Koşmuş gibi yorgun olmam bu sebepten sevgili dinleyen. Neyse ki henüz rüya görmüyordum.


Kimse uyanmamışken arazi hazırlığımı yapıp kıyafetleri üzerime geçirmiştim bile. Kahvemi hazırlayıp balkona çıkmış, sadece sabahları bir nebze serin olan havanın içinde henüz kaybolmamış oksijeni kovalıyordum. Ayaklarımı uzatıp karşımdaki dağ manzarasına doğru derin bir iç çekip kulaklığımı takmıştım.


https://open.spotify.com/track/7iVhgznEiNKRlEQmahG6dW?si=gnThagIXSviYqEyK5unvqw


O günün arazisi deneme sürüşü gibiydi. Üç nokta bir yerde, ikisi ayrı, diğer ikisi daha bir ayrı yerdeydi. İlk gün diye Ramazan’la başlayıp ilk iki noktayı beraber halletmiştik. Sonrasını bir işçi ve bizi alıp diğer noktalara taşıyan araçla devam etmiştim. Uzun zamandır hareketsiz oluşum ve benimle birlikte gezen işçinin de benim gibi idmansız olması nedeniyle çok yavaştık. Seni de yormak istemedim diye pek aklıma getirmedim. Ama bak şu Ardıç, bak bu Karaçam, az biraz Kızılçam, her yerde Meşe ve bizi görünce biri sağa biri sola kaçan iki kızıl tilki. Tehdit değildik ama korkunca korkuyorlar işte. Bizim gibi… bize zarar verecek hiçbir insan yoktu ama biz de tilkiler gibi birbirimize zıt iki yönde koşmayı seçtik. Bunu hiç istemesem de böyle olması gerekmişti. Daha önce söylemiştim; “sana zarar verdiğimi anladığımda kendimi yok ederim.” Edemezsin demiştin. Mecburdum. Sana eziyet etmek değildi niyetim. İçim çok acıdığı halde lal oldum. Elim kaç kere telefona gitti ama senin elin uzanmasın diye telefona uyur numarası yaptım. 7 uyurların 8.si, 7 cücelerin susmuşu, 7 büyük günahın tebliğiydim.

İlk günün bitişinde fiziksel olan tek hasarım sağ dizimdi. Menüsküs yırtığım beni mahvediyordu. Bütün eşyaları talan etmeme rağmen hazırlanırken dizliğimi bulamamıştım. Dik yerlerden inerken patellam beni öldürüyordu. Sanki kemiklerin bütünlüğü kopmuş gerisin geri giderken ben ilerlemeye çalışıyordum. Herkes yokuş çıktık diye şikayet ederken ben indik diye hayıflanıyordum. Dizimdeki sıvının yer değiştirmesi, kemik başlarının birbirine sürtmesi, her adım attığımda dışarıdan duyulan çatırdama sesleri… dayanılacak bir acı değildi. Dayan diyordum kendi kendime. Birkaç güne geçecek, idmansızsın. Bacakların sertleşmeye başladıkça ağrın azalıp yok olacak. Olmadı sevgili dinleyen. Bu sefer olmadı. İki hafta acılar içinde yürüdüm, yürümek denirse.

Şantiyede ilk günler aynı tekrarla devam etti. Diğer çocukların bana alışma süreci boyunca az uz muhabbet edip kendi başıma kalmaya devam ediyordum. Dizimin ağrısı, içimin giderek daralması, bedenimin yorgunluğu, arazinin zorluğu derken kendimi kaybetme yolunda iyice ilerliyordum. Kaybetmeye başladıkça sen daha çok belirmeye başladın. Sen belirdikçe arazi daha da zorlaştı. Sus pus bir yerden bir yere yürüyor sürekli seni düşünüyordum. Bir sürü hayal kırıklığını avuçlarımın arasında toplayıp ceplerime koyuyordum. Bir kozalak görüyor Küp bunu sever diyor yanıma alıyordum. Parıl parıl parlayan bir taş buluyor sana saklıyordum. Minicik bebek kozalaklar topluyordum her yerden. Kirpi okları alıyordum buldukça. Batıyorduk ya birbirimize oradan tutuyordum hep. Artım burgularından çıkan yaş kalemlerin halkaları sayıp 29 ve 35 olarak ikiye bölüyor yan yana küçük çantama alıyordum. Her döndüğümüzde çantayı boşaltırken benim yaşım paramparça çıkıyordu karşıma sevgili dinleyen. Darmadağın yanında duruyordum. Kocaman kadın beni dağıttı kaçtı. Koskocaman kadın; 29, 30 yaşında.


İlk izin gününde kendimle başa çıkamayacağımı anlayınca motora atlayıp bilmediğim yollarda çok uzun bir sürüşe çıktım. Kafamın içi sussun istiyordum. Durunca seninle dolup taşıyordum. Ben seni şantiyede bırakıp köy yollarında hız yapmaya çıkmıştım, diğerleri yüzmeye gitmişti. Biraz dolaşıp yanınıza geleceğim demiştim. 60 km yol yaptığımın farkında değilim, yer değiştirme sıfır… Gerisin geri döndüğümde bıraktığım yerde bana bakıyordun. Motorun plakası düşmüştü. El ele plakayı aramaya çıktık sevgili dinleyen…

Arazinin bütün berbat bölgeleri bana denk geliyordu. O kadar kötüydü ki yanımda gezen çocuk kaç defa kustu, kusmadıysa da kusmaya çalıştı. Kuş uçumu 300 metre yeri 45 dakikada gittiğimiz oluyordu. Yeri geliyor iple inmek zorunda kalıyor, yeri geliyor senle konuşmaktan gideceğimiz yeri şaşırıyor ineceğimiz yeri tırmanıyorduk. Aynı yerden iki kere geçtiğimiz oluyordu. Bir gün tamamen tırmandığımız da oldu, yamaçta mahsur kaldığımızda. Sıcağın altında suyumun bittiği çok gün oldu. Alışkın değildim bu kadar su içmeye. Yedinci gün sadece arazide 4,5 litre soğuk su içmiş midemi üşütmüştüm. Gece soğuk soğuk terlerken inleyerek uyanmış sabaha kadar kusup durmuştum. Ve yine de ertesi gün araziye çıkarmışlardı. Her noktada uyumuş işi tamamen yanımdakilere bırakmıştım. Her uyuduğumda bir soğuk el başıma ara sıra dokunup, güneşin içinden yüzünü tam seçemediğim ama tanıdık gülümsemesiyle bana bakıp geçecek diyordu. Sen olmasan ne yapardım sevgili dinleyen? Yoktun, bir şey yapamadım. Kusa kusa bitirdim o günü.


İkinci izin gününe kadar günler aynı geçmişti. Erkenden kalk, hazırlığını yap, kahveni müzik eşliğinde iç, araziye çık, rezillik çek, Küp düşün, Küp düş, Küp kalk, dön, rapor ver, duş al, yemek ye, çocuklarla vakit geçir, uyu. Bunların içinde en çok düşüşler aklımdaydı. Sadece sen değil sevgili dinleyen dizimin de çok düşürdüğü oldu beni, arazinin de. Ama en çok senle düştüm. Seni düşünürken kaç kez ulaşmam gereken yeri kaçırıp geri döndüm. Kaç kez ineceğim durağı unutup son durağa kadar gittim. Araziye alıştıkça sen daha çok yer ediyordun aklımda. Yer ettikçe topallıyordum. Birkaç kez kendimi de bıraktığım oldu hatta. Dizimin üzerine düştüğüm, taşlara kendimi attığım, tutunamayıp kendimi boşluğa bıraktığım, eğim aşağı kaydığım… bacaklarım, kollarım, sırtım, göğsüm, yanaklarım hatta gözlerim. Çok yerim kanamış, senden bana izler kalmıştı. Diyordu ya şiirde; “yardan düşmüştüm, yaralarım bana; yardan armağandı.” O haftanın son gecesinde biraz yağmur yağdı.


https://open.spotify.com/track/4HtRTvP9jVrWwuGFAyzBUj?si=rZ2t3pn3QdKnrbz5D43z_Q


Araziden sonra Ramazanla birlikte Adana’ya gittik. Ben arabayı muayeneye götürecektim Ramazan’da telefonunu garantiye bırakacaktı. Çocuklar da bana alışmıştı. Çok birlikte vakit geçirmesek de beraber geçirdiğimiz zamanlarda muhabbetimiz oluyordu. En azından kafam biraz meşgul oluyordu. Senle dolup taşmak yorucu olmaya başlamıştı. Göğsümde sürekli yanan, giderek harlanan alevle bir kandil gibi gecenin içinde oradan oraya dolanıyordum. Yorgun bacaklarıma ve dizime daha da yük biniyordu. Elbette bu yükü ve kandili kimseye gösteremiyordum. Dizim yüzünden işe devam etmememi isteyebilirlerdi. Göğsümdeki aleviyse kimse görmesin istiyordum. Anlatmazsam, konuşmazsam, kimse görmezse zamanla azalır, söner, sönmese de beni değil kendisini bile ısıtamayan bir kor olur diyordum. Olmadı. Daha da beter bir hale büründüm. Saçmaladım. Savurdum kendimi. Sarhoş oldum çoğu zaman. Kötüydü. Çok kötü. Senle olan sarhoşluğum geldi aklıma. Hani seni utandırdığım, bana yarım yamalak anlattığın için bi bok anlamadığım sarhoşluk. Çok sonra ne olduğunu çözdüm. Ben kuzeninin bizle çıktığını anlamadım. Onun daha önce çıktığını hatırlıyordum çünkü sevgilisini bırakmak için çıktığı an vardı sadece aklımda. Yalnız olduğumuzu sanıyordum. Sanıyorum o gece böyle bitmişti. Ama yine de böyle olması da gerekmiyordu sanki. Can sıkıyordu ya hani alkol alınca yapılanlar, itiraz ediyordum bende böyle bir günde, kızıyordum sana. Beni anlamadığını düşünüyordum söylediklerinden sonra. Ayrılacak benden diyor korkuyordum, korkutuyordun. Diyordun ya sevgili dinleyen; “sakin ol, sarhoşun mektubu okunmaz!” okunuyormuş… Kendisine dokunan olunca cevap bile yazıyormuş insan…


Adana’ya ulaştığımızda önce Ramazan’ın işini halledip sonra bana dizlik almaya gittik. Decathlona gittiğimizde kardeşimin ısrarıyla birde kinezyo bant aldım işe yaramayacağını düşünsem de. Sonra Özlem’le buluştuk. Ne hissettiğimi, neler olduğunu, arazinin nasıl gittiğini, sıkıntıları, düşmeleri anlattım. Düşmelerden sonra seni anlattım. İçimin nasıl yandığını, baştan sona haksızlığa uğradığımı düşündüğümü, olabilecek çok güzel bir şeyin nasıl kaybedildiğini, seni ne kadar özlediğimi… yanlış anlama sevgili dinleyen, kendimi haklı çıkarmaya çalışmadım. Kendi hatalarımı da bir bir anlattım. Tabii misafirimiz olduğu için çok ayrıntıya giremeden kapattık konuyu. Sonrasında da eve gitmek üzere vedalaştık zaten.

Eve gelip üzerimizi değiştirdikten sonra Kaan’a uğrayıp takviye kablosu aldık. Araba çalışmıyordu. Yarın muayene götürmek gerekiyordu Ceyhan’a. Gece de olsa çalışır hale getirmek lazımdı. Mert işten çıkınca bizimle buluştu. Onun arabasından takviye yaparak zorda olsa çalıştırdık arabayı. Sonra uzunca bir tura çıktık Ramazan’la. İki saate yakın dolaştık. Ardından Kaan’ın evine gittik. Bize kolonyadan beter bir viski ikram etti. İçtik. İçtik ama adı viski değil meşe kolonyası kaldı. Ağzımızda ise odun tadı. Çok geçe kalmadan yatıp uyduk sabah da erkenden düştük yola.


Ceyhan’a ulaşıp muayene sırasına girdiğimizde arabanın evraklarını hazırladım. Lpg tankının evrakını bir türlü bulamıyordum. Umarım sorun çıkmaz diyerek soktuk arabayı koridora. Muayeneyi yapan eleman arabayı ödünç istedi şaka yollu. Beğendiğini ifade etti. Sorun yok demek ki diyordum içimden. Sonra elinde bir evrakla gelip muayene tekrarı istedi. Tank projesiyle yeniden gelmem gerekecekti. Bulabilirsem tabii. O günün gecesi motoru eve bırakıp arabayla geçtik şantiyeye. Yine aynı düzen devam ettim. Erken yat, erken kalk, giyin, kahve yap, müzik dinle, arazi, düş, kalk, sen, kanayan yerlerim, ben ve hiç var olamamış biz…

Önümüzdeki üç hafta boyunca değişen birkaç şey oldu. Çocuklarla iyice kaynaştık. Daha çok muhabbet edip, birlikte bir şeyler yapmaya başladık. Buna karşılık ben daha az uyumaya, daha az yemeye, daha çok sen demeye başladım. Sen dedikçe içime daha çok düştüm. İnsan bir yere düşünce değil kendi içine düşünce çıkamıyormuş asıl onu anladım. Kafam dağılır, düşünmem diye çıktığım yol, bu yorucu iş hiç tahmin ettiğim gibi ilerlemedi. İçiyorum, gülüyorum, eğleniyor, yürüyorum ama aklım ikiye bölünmüş gibi; senden kaçabildiğim zamanlarda beni özgür bırakırken, kendi başıma kaldığımda senden başka bir yere gitmiyordu. Her boşluk sana çıkıyordu sevgili dinleyen. Erken yatmalarım gece 1.00’a sarktı, uyanmalarım ise senli rüyalardan sıçrayışlara. Sabah 4.00-5.00 arası uyanır olmuştum. Berbat bir ruh haliyle kafamda kocaman bir kulaklıkla şantiyenin içinde dolanıp kimseyi uyandırmadan sıkıntılarımı kazıyordum. Kazdıkça altından daha çok sen çıkıyordu. Dağı, taşı, her gördüğüm toprağı hatta belki antik bir alanı kazsam bu kadar Küp çıkmazdı. Kafamın içi bir sit alanı ve sen dünya mirasıydın. Çünkü tüm geçmişinin acısını benden çıkardın.


https://open.spotify.com/track/1ckuJZ1CC2uJtbdHuMJNUi?si=iLwqwRiZTUyUtlNGHh6V3w


Bu üç haftanın ilk izin gününü şantiyede bilgisayarımın tamirini yaparak geçirdim. Diğerlerinde ise arabanın işlerini halletmek için en yakındaki ilçeye gidip geldim. Muayene aradan çıkmıştı. Sıcağın içinde dönüp duruyordum izin günlerinde. Fark etmiyordum ama yorgunluk bedenime vuruyordu artık. Takviye alabilmek için hazır ilçeye gelmişken eczaneye uğradım. Uğramışken bir de tartılayım dedim. Eksilmişim sevgili dinleyen. Sana daha çok yer kalsın diye erimişim. Farkında bile değilim. Bu gerçeklikle yüzleşince fark ettim kemerin ne kadar geride olduğunu, pantolon belinin ne kadar büzüldüğünü. 69 kiloya inmiştim ve kendimi hiç kötü hissetmiyordum ama aynadaki halim öyle göstermiyordu. İncecik, kağıt gibi bir şeydim. Bu yüzden savrulup duruyordum demek ki rüzgarında. Takviye falan hikaye; demir, magnezyum, çinko ne kadar metal varsa, istersen külçe külçe bağla damarlarıma sana karşı duracak mecalim yoktu. Savrulup düşecektim sürekli.


Bu arada üçüncü haftanın ortalarında çocuklarla yol kenarındaki bankta otururken bir adam yanımıza yanaşıp siz kimsiniz gibi sorular sordu. Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken Ahmet aradan fırlayıp sen kimsin diye çıkıştı adama. Tabii ben temkinli yaklaşıp kimlik sormaya yeltendiğimde araya girmişti Ahmet. Laz damarı tutmuştu. Söylüyordu da zaten, “birden parlıyorum” ben diyordu. Adam buradan bir yere ayrılmayın öğrenirsiniz kim olduğumu dedi ve gitti. Çok geçmedi bir ekip otosu aldı bizi ilçe emniyete götürdü. Arkamızda iki, önümüzde iki polis emniyet müdürünün odasına girdik. Az önce bize kimsiniz diyen adam makamda oturuyordu. Hepimizin bilgilerini aldı bir ton nutuk çekti ve ceza yazmakla tehdit edip gönderdi. Toplumun huzurunu kaçırıyormuşuz. Bir daha olursa iki ceza birden yazacakmış, istersek ekip otosuyla bizi ilçenin çıkışına doğru olan piknik alanına bıraktırabilirmiş, gezmek için vasıta gerekirse bizi emniyete getiren polis memurunu arayabilirmişiz. Benim küpeme, Ramazan’ın dövmesine, Ahmet’in memleketine, Mete’ninse ailesine taktı. Ahmet’e bir daha birine sen kimsin deme kimlik sor dedi. Tanışma sayın bunu, buranın tüm yüzlerini bilirim tanırım. Sizi daha önce görmeyince tanışmak istemiştim aslında dedi. Elimizi sıkıp gönderdi sonra. O gecenin ardından nerede görsem “Ağğmirim!” deyip selamlaştım; bunalttım adamı.


Dizim dizliğe rağmen yine kötüydü. Kardeşimin bahsettiği bantları deneme karar vermiştim. Beklemediğim bir şekilde inanılmaz işe yaramışlardı. Resmen koşuyordum arazide. Ne ağrı kaldı ne sızı. Ama elimdeki bantlar azdı. Yetmeyecekti bir süre sonra. Ahmet’i 6. hafta iş görüşmesi için Karabük’e göndermiştik. Yanımızda işçilik yapan üç kardeşte Aksaray’a, akrabalarının yanına düğüne gitmişlerdi. Aksaray’dakilerin düğün telaşına akıllarına bile gelmeyeceğini düşündüğümden Ahmet’i arayıp bir medikalden Kinezyo bant almasını istemiştim. Medikalde çalışan komşusu varmış gidip almıştı sağ olsun.


Ara sıra bizimkilerle konuşup duruyorduk. Babam altıncı hafta bir kredi olayından bahsetmeye başlamıştı. Şu banka bu kadar dedi, bu banka bu kadar ekliyor felan derken. “Yahu dedim sana ne kadar lazım?” 300 bin dedi. “Tamam ben halledecem, geri ödemesi de düşük olacak ama taksit sayısı da daha az olur.” dedim. Yok-mok dese de benim halletmemde karar kıldık. O hafta kuyumcuları gezeyim dedim. Zaten olduğumuz yerde tek kuyumcu varmış o da pos cihazı kullanmıyormuş. Böyle olunca aklıma Orhan Abi geldi. Adana’da bilse bilse Orhan Abi bilir dedim ve Özlemi arayıp “bana karta taksit yapacak kuyumcu lazım Orhan Abiye sorsana var mı tanıdık?” dedim. Varmış bana bir numara gönderdi. Ertesi gün aradım, telefonda anlaştık ve izin günümde Adana’ya yola çıktım. Ahmet ve üç kardeşi de dönüşte alıp hep beraber geri dönecektik.


Özlem ve Orhan Abiyle buluşup birlikte gittik kuyumcunun yanına. Orhan Abi bende yanında olayım eğer işini halledemezsek aklımda başka bir şey var dedi. Tamam dedim. Gittik kuyumcuya oradaki adam taksitli satışa pek yanaşmak istemedi bana söylediği vade farkından daha fazlasını söylemeye başladı. Sonrasında bize başka birini önerdi ama söylediği kişi kuyumcu değil faizciydi. Olsun dedik gidip konuşalım ne olacak? Gittik. Çarşıda bir iş hanın en alt katında karanlık bir yerin içine gizlenmiş dışarıdan baksan hiçbir şeye yada her şeye benzeten bir dükkandı. Kasa gibi bir şeyin arkasında bir adam oturmuş şu taksite bu kadar olur, bu karta bu kadar olur deyip dururken yine yüksek bir vade farkı çıkarmıştı. Hem olduğumuz yer hem de yaptığı teklif hoşuma gitmediğinden oradan da çıkmıştık. Orhan Abi telefonda birilerini arayıp başka bir yere gidiyoruz demişti. Melekgirmeze doğru yürümeye başlamıştık. Gittiğimiz yerler iyice tekinsiz olmaya başlayınca Orhan Abi Özlem’e sen buralarda oyalan biz halledip gelelim dedi. Ben de dalgasına şivemi biraz bozup; “sen dışarıda kal, her an silahlar patlayabilir!” deyip gülmüştüm. Özlem dışarıda kalmayı tercih etmemişti. Hep beraber girdik içeri. Bizi yönlendiren adam da oradaymış, çocuğu kanser hastasıymış, Özlem’in çalıştığı hastanede yattığı için Özlem sürekli ilgilenmiş, aynı zamanda akrabalarıymış. Adam bizi görünce diğer adama durumu izah edip uygun bir şey yap demişti. Adamlar o kadar paraya sadece 22 bin lira faiz aldılar. İşi halledip çıkmamız bir saat kadar sürmüştü. Haydi dedim size bira ısmarlayayım. Hep beraber Ziyapaşa’ya doğru yola çıktık. Newport’a geçip biralarımızı söyledik. Ben akşam Ahmet gelip arabayı kullanacak diye rahat rahat içiyordum. İkinci birayı henüz içmiştim ki Ahmet aradı; ben indim abi otogardayım nereye geleyim demişti. Servisle geleceği yeri tarif edip o sırada bulaşacağımız yerden onu almaya gitmiştim. Diğer üç kardeş ise daha geç gelecekti. Onlar gelene kadar Newport’ta hep beraber oturmaya devam ettik. Sonrasında Orhan Abi ayrıldı. Ben içmeye eğlenmeye devam ediyordum. Bizimkilerin hesabına da geçmiştim parayı. Rahatlamıştım. Uzun zamandır hiç bu kadar eğlenmemiştim hatta iyi gelmişti.

Daha sonra üç kardeş aradı 8.00 civarı. Biz geldik dediler. Servisi tarif ettim. Bizde kalktık o sıra Özlem’i eve bırakmak için. Hesabı öderken yine aradılar servis yokmuş gelin biz alın diye. Sinirlerim bozuldu. Yüreğirden otogara Ahmet’e yolu tarif etmeyle uğraşamam şimdi diye ben geçtim direksiyona. Geçmez olaydım. Aceleye giderken Sabancı Camii’nin alt geçidinde bir motosiklete vurdum.


Kaza anı çok garipti her şey yavaşlamış firene basmama rağmen daha da hızlanarak vurmuştuk motora arkadan. Arkada oturan çocuk önce arabanın kaputuna vurdu kendini sonra yerde savruldu. Motorun şoförü sağa düştü, motor ortada dolanarak yerde sürüklendi. Ahmet o an telefonla ilgilendiğinden “kafamı kaldırdığımda kaputta adam vardı!” diye anlatı o anı hep. Arabayı ortada bırakıp hemen yerde yatan çocuğa koştum. İyi mi değil mi anlamaya çalışıyordum. Birileri ambulansı arayın diye bağırıp çağırıyordu. Ben bir yerdeki çocuğa bir ayakta olan şoföre soru soruyordum. Bastıra bastıra birçok kez söyledim; “Alkollüyüm ama önemli değil istiyorsanız polis çağıralım sizden önemli değil.” Sanıyorum evrakları eksikti, kaskları da yoktu diye polis istemediler. O sıra beyaz bir Mercedes de durmuştu benle beraber. İçinden inenler biraz etrafı izledikten sonra benim yanıma gelip alkol var sende dedi. Evet var dedim biliyorlar söyledim. Bu çocukların masrafını karşılayacaksın, arabada silah var, cezaevinden yeni birini çıkardık ona göre gibi saçma sapan şeyler söyleyince ben dayanamayıp; “ben ne yapıyorum burada, adamlara zaten masraflarını karşılayacağımı söylüyorum!” dedim. “Tamam. Ben de takip edecem paralarını ödeme bulurum seni!” dedi. Bana dedi! Gözümü dikip bir saniye bile ayırmadan sinirle suratına bakmaya başladım. Birkaç saniye diğer sonra çocuk “Abi numaranı ver sen bana” dedi. Söyledim ve yerden kenara aldıkları çocuğun yanına tekrar gittim. “Kardeşim dedim yine söylüyorum polis gelsin dersen gitmeyecem hiçbir yere, senden önemli değil benim alacağım ceza.” dedim. Yok polis gelmesin git sen dedi.

Arabaya gittiğimde telefon çalıyordu Özlem aldığı ayakkabıyı arabada unutmuş. O sıra kaza yaptım konuşacak halde değilim demiştim. Ahmet’le birlikte oradan uzaklaşıp Acıbadem Hastanesinin önünde durmuştum. Alandan uzaklaşınca arayıp nereye geçtiğimizi söyledim. Orhan Abiyle birlikte geldiler. Uzatmayacağım. O gece Mercedes’in sahibi olduğu söyleyen bir adam benim de arabama vurdun diyerek beni tehdit etti. Diğer çocuklarla arayı bulup hallettik, paralarını anında gönderdim. Arabanın önü de haşat olmuş radyatör delinmişti. Büyük patron Kenan Abiyi arayıp durumu söylemiştim Adana’ya doğru yola çıkmıştı O da. Kenan Abi bize doğru gelirken üç kardeş bizim yanımıza geldi. Arabayı su ekleye ekleye Özlem’lerin garajına çekmiştik. Orhan Abiye de anahtarı bıraktım tamirini yaptırması için. Zaten hiç sevmezdin bu arabayı, iyi oldu değil mi sevgili dinleyen? Gecenin sonunda ben motosikletle diğerleri Kenan Abiyle dönmüştü şantiyeye. Al başına belayı, şu yoklukta masraf çıkardım durduk yere.


O geceden sonra pek iyi geçmemeye başladı günler. Çekiyor gibiydim belayı. Ufak tefek gerginlikler dolanıyordu başımda. Yanımda çalışana geriliyordum, uyuyamama geriliyordum, patrona geriliyordum, sen giderek hiddetleniyordun. Arazi durdurulamaz bir çileye dönmeye başlamıştı benim için. Çocukların yanında vakit geçirdikçe rüyalarıma daha erken girmeye ve arazide daha çok aklıma gelmeye başladın. Yalnız olduğum her an senle dolmuştu. Ama bu beni rahatlatmıyor aksine daha çok huzursuz oluyordum. Düştüğümde kalkmam daha uzun sürüyordu artık. Kazadan sonraki gün Mercedes’in sahibi mesaj atmıştı telefonu aç diye. Sallamıyordum. Ne dedikleri ne de tehditleri umurumda değildi. Yok seni pis ederim, yok arabada silah vardı, yok cezaevinden birini aldık, yok ben paramı her türlü alırım. Benim aklım sendeydi. Kazadan sonraki 2. gün yine mesaj geldi. Bu sefer bir beyaz bir Mercedesin fotoğrafı. Arabanın önü berbat halde. Nereden baksan 200 bin liralık hasar var. Bu hale gelen aracın kaza yerinden gitmesinin imkanı yok dedim. Fotoğrafı Google lens ile tarattım 2023 de Mersin’de kaza yapmış bir arabanın fotoğrafını buldum. Adama bulduğum tüm fotoğrafları attım. Uğraşmak istemiyordum artık. Yoksa güzel oyuna getirebilirdim onları. Hatta zorlasam ben bile para alabilirdim. Ama takatim yoktu hiç. Sonra adam lafı değiştirdi. Bunun gibi olmuş dedi, tamponun tırnağı kırılmış sadece dedi, boyası sıyrılmış biraz dedi. Savcılığa veriyorum sizi uğraşın durun şimdi dedim. Bir daha mesaj gelmedi, kapandı konu. Zaten seninle boğuşuyorum onlarla mı uğraşacağım sevgili dinleyen?


7. haftayı da devirdikten sonra uykusuzluğum iyice arttığı, neredeyse hiç yemek yemediğim zamanların geldiği sıra rüyamda seni gördüm. Senin evindeydik. Ben eve geliyordum. Sana bir şeyler anlatıyordum ama beni görmüyordun. Bense beni duyduğunu sadece bir yandan evde hareket ettiğini sanıp konuşuyordum. Sadece duymuyor değildin sevgili dinleyen görmüyormuşsun da. Olduğum yerden izlerken içeriden bir adam çıktı, senden az uzun, zayıf, kumral, temiz yüzlü. Kapıda vedalaşıp dışarı gönderdin onu. Sonra bana doğru döndün başını öne eğip içeri doğru yürüdün. O sıra berbat bir yangınla uyandım. Gecenin ikisi bile değildi. Uyuyamadım sonra. Göğsüm alev alev yanıyor; yüzüme, kulaklarıma kan yürüyordu. Büyük patron görmüştü beni. Niye uyumuyon lan? dedi, tuvalete kalktım dedim. Kendimi sıçsam yeridir. Yüreğim yangın yeri biliyor musun sevgili dinleyen?

Belki rahatlarım diye sokağa attım kendimi. Saatlerce yürüdüm. Fayda etmedi. Sürekli gözümün önüne rüyam geliyordu. Yürümekten yorulunca sabaha karşı şantiyeye döndüm. Millet uyanana kadar balkonda kahve içip müzik dinledim. Geceler zehir zıkkım!


https://open.spotify.com/track/2Iwqz7pSCcGbrYEMeEbbdj?si=sj1FdX6TRmSG69thPVcFXQ


O rüyanın olduğu günün arazisinde başıma ne geldi bilemezsin. Berbat halde, kahvenin tahrip ettiği midemle, senle boğuşup cayır cayır yanan bedenim ve arazinin en kötü yerindeyken gözüme dal çarptı. Gördüklerine şaşırmış olsa gerek ki dal çarpmadı, resmen dalı alıp kendi soktu içeri. Öyle bir yer ki etrafımızda hiç ağaç yok, açıklıkta yüksek eğimli bir yerde dengemizi sağlayarak yürümeye çalışırken sağımda duran bir ağaçcığa tutunduğum sırada nasıl olduğunu bile anlamadığım bir şekilde alttan yükselen bir dal sağ gözüme doğrudan girdi. Olduğum yere çöktüm. Gözümü açamıyordum. Koca alanda tek başına duran ağaçtan dayak yemeyi başarmıştım. İyi bir dayağa ihtiyacımda vardı ama gözüme vurması gerekmezdi. Gözlerimi severdin, ondan mı oldu acaba sevgili dinleyen?


Bir süre mecburi dinlendikten sonra gözümü açmayı denedim. Canım yanıyor, gözüm akıyordu. Biraz dişimi sıkıp etrafı algılamaya çalışırken fark ettim ki her şey bulanıktı. O kadar bulanıktı ki sağ gözümle neredeyse hiçbir şey görmüyordum. Tek gözümle de ilerleyemezdim. İkisi de açık olmak zorundaydı ama ikisi açıkken de derinlik kaybı vardı. Arazinin ortasında kalmıştık öyle. Aklıma gelen tek şeyi yapmak zorunda kaldım. Yola kadar yanımdaki çocuk götürecekti bizi. Aklımı sikeyim kendim gitsem daha az hasar alırdım. Ne kadar ağaç, çalı çırpı varsa soktu bizi içine. Yola inip patronu aramak için telefonun çektiği bir yer bulana kadar yürüdük ve patronun bizi alması için olduğumuz yerde bekledik. Beklerken yere uzanıp bandanamı yüzüme kapatıp yerde yatmıştım. Toplamda 2 saat kadar sonra bizi aldılar. Şantiyeye gider gitmez hastaneye götürdüler beni. Oradaki doktor hastanede göz doktoru olmadığını en yakın ilçeden göz muayenesi olmam gerektiğini ama hafta sonu olduğu için polikliniklerin kapalı olduğunu, pazartesini beklemem gerektiğini söyledi. Kornea hasarı olduğunu düşündüğünü, enfeksiyon kapma ihtimali olduğu için gözü kapatamayacağını söyledi. Rahatlatması için 2 tane damla yazıp gönderdi bizi. Şantiyeye ulaştığımda en yakın ilçedeki hastanenin randevularına baktım, 1 haftadan önce randevu yoktu. Adana’da ise hiçbir hastanede yoktu. Özlem’i arayıp ertesi gün için bir şey yapabilir mi öğrenmek istedim. Durumu anlattım. “Haftada bir olayın var bir durul, şu işten sağ salim gel artık, bıktık sağlığını düşünmekten” dedikten sonra Dilan şehir hastanesinde ona bir sorayım deyip kapattı. 10-15 dakika sonra tekrar arayıp “Dilan arayacak doktoru sen şehir hastanesine geç pazartesi” dedi. Telefonu kapattıktan sonra karanlıkta uzanarak geçirdim tüm geceyi. Gözümü açamıyordum zaten. Ertesi gün araziye çıkabilecek durumda değildim. Sabaha kadar öylece uzandım seni düşünerek. O rüya beni çok yıprattı sevgili dinleyen gözümü çıkarıyordum resmen. Telefona bakabildiğim de yoktu. O gün Getirden mesaj gelmişti. Kusura bakma sevgili dinleyen görebilseydim gönderirdim mesajla gelen kodu.

Sabah kahvaltı etmediğimden çıkmamıştım yataktan. Millet araziye gitmiş küçük patron gece çalıştığı için hala uyuyordu. Gözümün ağrısı rahatlamış ama görmede bir düzelme olmamıştı. Yatakta olmaktan sıkılıp kahve yapmak için mutfağa geçtiğimde yine gözüm akmaya başlamıştı. Her sabah baktığım manzaranın yarısı pusluydu, sis çökmüştü. Baktığım yer yer puslu bir dağ gibi hüzünlendiriyordu beni. Bu sefer gözlerim kapalı oturdum balkona kulaklığımı takıp tek gözümden yaş usul usul akarken, tek net görebildiğim şey olan o çok özlediğim gözlerin ve güzel yüzüne bakarak seni dinledim.


Sevgili dinleyen? Neredesin?


https://open.spotify.com/track/5rfNNdaCovygh3cxY1txTR?si=-4ik4_YaSSqLCZdrT9rkAQ


Yaklaşık 45 dakika sonra telefon çaldı. Gözümü ışığa doyurmadan açtım telefonu. Arayan Özlem’miş. Dilan hastanede, hemen gelsin icapçı doktoru ayarlamış diyordu. Öyle ama ben nasıl geleyim demedim. Tamam dedim. Sadece tamam. Uzun süre araziden uzak kalmak istemiyordum çünkü. Sen oluyordun orada çokça. Seni daha rahat düşünüyordum yürürken. Öyle yada böyle senle bir şeyler yapabiliyorduk ormanda. 14 Ocakta olduğu gibi değilse de o muazzam günü hatırlatıyordu… sabah şehre kalkan aracı kaçırmıştım. Mecbur motorla gidecektim Adana’ya. Haydi yavrum dedim, yaparsın sen. Tek gözünle yine kullanırsın dedim. Hızlıca hazırlanıp atladım motora. Usul usul gitmeye başladım. İlk anlar biraz zorlayıcı gelse de yarı bulanık yarı net seçebiliyordum önümdeki araçları. Derken sol aynada bir şey fark ettim. Hemen sağa yanaştım ama fark ettiğim şey yanımda belirmişti bile. Bana tek tek selam verip geçen bir motorize ekipti. 8 motor vardı. Hepsi de macera motoruydu. BMW, Ducati, Honda, KTM gürültüyle solladılar beni. Ama garip bir şekilde yolun içine de ittiler. O kadar deli gidiyorlardı ki bu kervana bir eşek lazım deyip takıldım peşlerine. Adamlar her gördüğü düzlükte yardırıyor her virajda yatıyorlardı. ama yolun limiti belliydi benim kıytırık düşük cc motorum da o limitlere ulaşıyordu. Onlar nerede hızlandıysa bende hızlandım, nerede yavaşlayıp motoru yatırdılarsa bende yatırdım. Bu köre lazım olan kılavuz gelmişti, hem de 8 tane! Bu şekilde şehir hastanesine kadar gelmiştim. Hastaneye girer girmez Dilan’ı arayıp ne yapmam gerektiğini sordum. Tarif ettiği her şeyi yaptım. 13.30 da acil servisinden giriş yapıp. İcap doktorunu görmem için servise yönlendirdiler. Öncesinde göz yıkama yaptırıp, MR çektirdikten sonra servise çıktım. Damlalar, bekleme, kontrol, yine damlalar, bekleme, tekrar kontrol derken hastaneden çıkmam akşam altıyı bulmuştu. Şantiyeye gece gidemezdim. Zaten damla göz bebeğimi büyüttüğü için yalnızca uzağı görebiliyordum. Göz bebeklerim o kadar büyümüştü ki irisim neredeyse görünmüyordu. O an aklımda ki tek soru vardı; yeterince yüksek bir yere çıksam seni görebilir miydim sevgili dinleyen?

Yeni ilaçlarımı alıp geceyi teyzemde geçirdim. Ertesi gün gözümün ağrısı geçmiş, gözümün yaşarması durmuş, ağrı sızı kalmamış fakat hala ilk günkü kadar olmasa da bulanık olan gözümle erkenden yola çıkmıştım. Doktor korneamda yoğun çizikler olduğunu, yavaşta olsa kendiliğinden düzeleceğini söylemişti. Eğer tekrar batma, yanma, görmede bozulma olursa polikliniği beklemeden acile gelmem gerektiğini de özellikle belirtmişti. Neyse ki öyle bir şey olmadı. Hala tam olarak net görmüyorum, bir anlamı da yok zaten. Şantiyeye öğlen olmadan ulaşmıştım. Yolda da sıkıntı yaşamadım. Üzerimi değiştirip yarının arazi programına kendimi dahil ettirdim. Yarı mühendis olarak araziye çıktım. Yarı mühendis olmak hiç mühendisten iyiydi.

O gün millet araziden dönene kadar bir çok şey düşündüm. Sana aşık olmak üzere olduğum ilk anı. Sana ömür boyu bakmak, hiç doymak istemediğimi hissetttiğim ilk anları; sana geldiğim yolları, gidecek yerimiz olmadığı için senin arabanda uyuduğumuz zamanı, Uzun Çarşıyı gezdiğimiz günü, İskenderun’da el ele gezdiğimizi, Arsuz’da sahile uzandığımız yeri, bizim eve bakmaya gittiğimizi, Tostçu Mahmut’u, senden her döndüğüm zamanın burukluğunu, Adana’da geçirdiğimiz günleri, kavgaları, gülüşleri, eğlenmeleri, köşe bucak gezmeleri, tekrar yan yana geldiğimiz zamanları., Ankara’da yürümeyi, İkea gezmeyi, ellerin üzerine hayal kurmayı, seni ısıtmayı, içmeleri, gelmeleri, gitmeleri, sevmeleri, öpmeleri… biliyorum hiçbir zaman biz olamadık; ben hep sen dedim, sen de hep ben dedin. İkimiz de seni çok sevdik. Böyle bile olsa çok özledim seni. Ve bu beni sefil kılıyor. Gerçi tüm bu zamanların hepsinde ben koskoca bir sefalettim.


https://open.spotify.com/track/0tm9m5pv01Toj3nt3LESdZ?si=2p4znqwMSZSzmojT3Q1NNw


Bir 10 gün kadar bulanık görmeye devam ettim. Sonrasında yavaş yavaş netleşmeye başladı her şey. Göğsümdeki yangın çok büyümüştü. Sen aklıma düşünce; amonyum hidroksit/potasyum trisiyonokuprat karışımına dökülen hidrojen peroksitin çıkardığı görüntü gibi, suya düşmüş sezyum gibi, azot monoksit/karbon disülfür karışımının yakılması gibi, amonyum nitrat/sodyum klorür (sofra tuzu)/çinko tozu karışımına eklenen biraz su gibi, için için yanan her kora dökülmüş benzin gibi, yandıkça büyüyen orman gibi… daha fazla yanmak, yanıp kül olmak istemedim. Oturduğum yerden kalkıp doğruca alkol almaya gittim. İçime su serpmeliydim. Sakinleşmeli, az da olsa uyuyup dinlenmeliydim. Odaya kapanıp içmeye başladım hızlı hızlı. Bir yandan da düşünmeye başladım; ne yapacaktım? Nasıl durduracaktım içimi? Var mıydı çaresi senden kurtulmanın. Her şeyi deneyebilirdim ölümden başka.


Alkolün bitişinde yazmaya karar verdim. İçimi dökmezsem tamamen kahrolacaktım. Sana anlatmak istediğim ne varsa yazmaya başladım. Bugün 20 Eylül.


Üç gün sonra arazide bukalemun buldum. Adını Dürbün koydum. Sonra sevmedim Bak koydum. Onu da sevmedim Moon koydum. Sonra fark ettim ki ne öperken, ne severken seslenmiyorum hayvana. Madem öyle dedim adını Sen koydum. Elimde, omuzumda, kafamda hep üzerimdeydi. Araziye giderken kedi girip kapmasın diye kutuya koyuyordum. Şantiyeye döner dönmez alıyordum omzuma. Sen aşağı, Sen yukarı ne yaparsam yapayım birlikteydik. Ben yazarken karanlıkta oturduğumdan Sen kafama çıkıyordu(n). Her yöne dönen asimetrik gözleriyle alanı sürekli kontrol edip sanki gizli bir iş yapıyormuşum gibi beni koruyordu. Gece birlikte uyuyorduk. Yastığın kenarında yatıyordu benimle beraber. Sıçrayıp uyandığım zamanlarda artık odadan çıkmıyor yatakta oturuyordum. Sen hemen bacağıma, omuzlarıma ve saçlarımdan tırmanıp başımın üzerinde yer ediniyordu(n). Açıyordum bilgisayarı yazmaya devam ediyordum. Sen’de kolaçan ediyordu(n) etrafı yine. Sen’in koruma(n)sı altında beş gün boyunca yazdım.


Yazdım.


Yazmasaydım çıldıracaktım.


Araziyi bitirdiğimizde 67 kiloya düşmüştüm. Bir gözüm yarı yarıya görmüyor, dizim tutmuyordu. Eksik yanım çok fazlaydı. Tamamlandığımı sanıyordum, aksine günbegün eksiliyormuşum.


Bizi bu araziye, seni yedi sene öncesine, kendimi ise öylesine bir kışa bırakıyorum.


İyi ki vardın sayın dinleyen…


https://open.spotify.com/track/3umugAkzQbdcOamNhjyIl7?si=ztSat4w5THqaQ7_ITsO0gg






K.


Bu yayındaki bahsi geçen tüm karakterler ve olayların gerçek kişi ve kurumlarla doğrudan ilgisi vardır.

Anlatılan her şey tamamen yaşananların ürünüdür.


https://open.spotify.com/playlist/1dDTAsqIvzpvr09LNpzeHd?si=DESceNarRiiKwdhVc0DNig