Urfa'nın ovaları dümdüz olur. Üzerinde sarının, yeşilin, kahvenin tonları güneş gibi balkıyıp durur. Çok da verimlidir bu ova. Tohumu atsan anında ağaç biter topraktan. Hem de verimli, meyvelerini verdiği zaman taa yere değen ağaçlar. Pamuk, mısır, buğday desen hele...Toprağı sıksan içinden bunlar çıkar kendiliğinden. Öyle bol, öyle verimli.


Işıklar Köyü de bu bahsettiğimiz ovanın bir köyü işte. Ceylanpınar'a 10-15 km ya var ya yok. Kuru, kerpiçten evleriyle köyden köye giden yolların birinin ortasına kuruluvermiştir. Burada da toprağı sıksan yine pamuk, mısır, buğday, karpuz, kavun çıkar içinden. Hele ki bir domates boy verir ki topraktan. Pembe desen degil, kırmızı desen değil ortası bir renk. Kocaman, yamulmuş domatesleri bıçakla kesmezsin bile. Elinle ikiye ayırır öyle yersin.


Mevzu bahis bu köyümüzde daha bıyıkları yeni yeni tüylenmiş bir gence çevirelim yüzümüzü.


Bu mevzu bahis gencimiz kara mı kara, ki toprak bile kararmıştır o Urfa'nın sıcağına, ince uzun sırım gibi bir genç yani. Güçlü kuvvetli de. Vurduğunu çin çin ötürür. Öyle biri. Adı da Rêber. Rêber, attığını vuran, tarla bahçe işlerinde hünerli mi hünerli, bir o kadar da içine kapanık bir genç. Nasıl içine kapanık olmasın? Doğduğundan bu yana yürürken bir sağa bir sola yalpalanır durur. Doğum anında yüksek ateş mi ne geçirmiş. Sol ayağı topal kalmış. Annesine sürekli sorar durur "Ne diye yazın ortasında doğurdun beni?" diye. Ne bilsin, hava sıcak diye ateşi çıkmış sanıyor garibim.


Rêber, arkadaşlarına göre biraz da çekincen bu sebepten. Köyün okulunun beton bahçesinde ne zaman çocuklar top oynamak için toplansa, köşede bekler, biri onu oyuna alsın diye. Araya girip de "ben de oynayayım" diyemez. Ama iyi de futbol oynar. Bir tek ileride sol kanatta oynar. Sağ ayağıyla topa bir vurur ki top acısından son sürat kaçar gider. Dedim ya güçlü mü güçlü biri Rêber. Arkadaşları biraz haksızlık yapmasa iyi hoş da bazen laf da geçiremez. Neymiş efendim top yüksekten gittiği için üst direğe çarpmışmış. Yahu kale dedikleri de iki taşın arasında kalan boşluk. Nasıl olur da çarpar üst direğe? Laf da etmez pek. Ne yapsın?


Bu içine kapanıklığının tesellisini yine içinde arar durur Rêber. Geceleri Işıklar Köyü'nün kerpiçten evlerinin damında yeşile, mora, sarıya, kırmızıya bürünen yorganlarıyla köyün üstünden baksan bir renk cümbüşüne tanık olursun. İşte, o rahat satenden yorganının içinde de Rêber tertemiz gökyüzünü şaşkın şaşkın izler. İçinde yanan ateşin sebebi olan Zeynep'le aynı yıldızı izleyip izlemediğini düşünür. Ona en yakın halinin belki de aynı yıldıza bakmak olduğunu hayal eder.


Her içine kapanık insan gibi Rêber de içinden içinden filizlendirir sevdasını. Su verir, süsler, üzerine titrer içindekinin. Ayni bahçede sevip özenle suladığı kırmızı gülleri gibi içinden içinden, özenle sever bu içindekini. İçindeki diyorum, o da köyün çıkışında kerpiçten bozma evde oturan Apê(amca) Mesut'un kızı Zeynep işe. Zeynep'in sevdasıyla bir tutuşur bir tutuşur ki yine yüksek ateşe kapılmaktan korkar, kendine gelmeye calışır. Maazallah bir sağ ayağı sağlam. Ya o da giderse...


Köy şu birkaç gündür Apê Mesut'un köyün diğer ucunde oturan Hacı Rüstem ile ettiği kavganın arda kalanıyla dedikodu hasretini giderir durur. Köyün şalvarlı kadınları tandırın başında şu birkaç gündür konuş ha konuş üstüne kata kata sürdürürler kavgayı.


-Duydun mu duydun mu? Hacı Rüstem öç alma peşindeymiş

-Öç alacak ya... Yanına kor mu Mesut'un.

-Garibim Mesut tarlasına dadanan koyunları savuşturmuş diyorlar

-Savuştursa yeter ya kalkıp bir de Hacı Rüstem'in oğlunu ne diye döver...

-Dövmüş ki ne dövmüş... çocuk bayılmak üzereyken eve atmış kendini.

-Deyyus Mesut. El kadar çocuğa da el kaldırılır mı öyle...

-Bir iki sille vursa yeter ya ne diye kan kusturacak kadar dövüyor ki...

-Şimdi beklesin bakalım Hacı Rüstem'in gazabını o zaman. Ne yapsa hakkıdır...


Böyle dedikodularla bire bin kata kata olayı büyütüp ellerindeki hamuru tandırın içine vuruyorlardı. Sanki bu dedikodu denen meret ekmeklerine siniyor da içlerinde yer ediniyordu. Öyle büyüyordu olay köyde. Meselenin aslını astarını da bilen yok herkes attığı kadarını tutuyor... oralar zaten biraz da böyledir. Meselenin aslını kaçırır, büyütür ha büyütürler. Kimse meselenin ne olduğunu bile bilmez ama girişirler her türlü kötülüğe.

Yine böyle zeyneple aynı yıldızı izlemenin tam tadını alıyorken birden bir bağırış çağırış kapladı köyü. Uykusunun en tatlı vaktinde olan bile bu kulağı zangır zangır titreten bağırış çağırışa kayıtsız kalamaz. Öyle bir şey işte.

Rêber hemen yerinden fırlayıp köyün damından seslerin geldiği yöne doğru baktı. Köy damlarda ayaklanmış onun gibi sesin geldiği yere bakıyordu.


Rêber'in bakmasıyla yüreğinden vurulması bir oldu. Köyün çıkışındaki bir ev yalp yalp ateş yalımlarıyla boğuşup duruyordu. Ordan bu yana kaçışanlar, burdan o yana meraklı meraklı gidenler... Köy bir anda allak bullak olmuştu. Köyün çıkışındaki ev yanıyordu da sanki ordan alev yalımları kopmuş da Rêber'in yüreğine konmuş gibiydi.


Dama dayanmış tahta merdivenden hızlıca inip o yana doğru koşmaya basladı Rêber. Oraya yaklaştıkça daha gecenin toprağı soğutamadığından, topraktan gelen sıcaklık mıdır, yanan evden gelen sıcaklık midir, yoksa yüreğinde tutuşmuş düşünceleri midir bilinmez koşarken kendisi de yanıyor gibiydi.


Tam köyün çıkışındaki evi gördüğü gibi zınk diye durdu. Topal bacağının adım atacak gücü kalmamıştı sanki. Bir de onun üstüne sağ bacağı da pek yürümek taraftarı değildi. Öylece durmuş, Zeyneplerin evinin önünde toplanmış kalabalığın durmadan fısıldaştıklarını anlamaya çalışıyordu. Bu arada da durmadan gözleri bir şeyleri arıyordu. Bir uzun saç... Yüreğinin tanıdığı, aynı yıldızda buluştuğu bir çift göz.


-yaptı yapacağını Hacı Rüstem.

-bu kadarı da yapılmazdı ki

-yapılmaz olur mu? Namus bu canım. Mesut da yan gözle bakmasaymış Hacı Rüstem'in karısına.

-Olacak iş mi? namus bu...

-Namus bu.

-Namus.

-İnsanı canavar eder. Bak yaptığına Hacı'nın

-Hacı öcünü aldı işte.

-Hiçbiri mi?

-Hiçbiri. Baksana dam çökmüş. Garibin de evi kibrit çaksan yok olur cinstendi.

-Koskoca aile yok oldu gitti desene.


Rêber, gözleri ta kulaklarına kadar açık çömelmiş, sanırsın samandan evden çıkan yalım yalım ateşlere bakıyordu. Ellerini dizlerinde birleştirmiş, aklında bir şeyler kurmaya, tüm bu gördüğü turuncuya kesmiş gökyüzüne haykırmaya çalışıyordu. Ama nafile.


Birden olduğu yerde ayağa kalktı. Kalktığı gibi de biraz sola yatık omuzlarıyla dikildi kaldı. Sonra gerisin geri topal bir bacakla ne kadar hızlı koşulabilirse öyle koştu. Evlerinin ahırındaki bir mazot bidonunu kaptığı gibi yanan evin aksi yönüne doğru koşmaya başladı. Koşarken sivri tarafları ayağına batan taşları daha yeni fark edebilmişti. Ne zamandan beridir ayakları çıplak, bilmiyor bile.


Köyün ortasındaki mezarlıktan sağ yana dönüp hiç hızını kesmeden köyün çıkışına doğru koşmaya devam etti. Şimdi göz alabildiğine uzanan, köyün tek kişiye ait olan en büyük tarlasının önündeydi. Kapkaranlık bu havada sanki koklayarak buluvermişti bu tarlayı. İnsanın en iyi bildiği koku kin kokusudur belki de, kim bilir?


Hasat edilmeye eklesen çıkarsan toplam birkaç hafta ya var ya yok buğday tarlasının içine elindeki bidondan mazotu döke döke yürüdü taa bidondaki mazot bitene kadar. Sonra gerisin geri çıktı tarladan. Ufak bir yalım çatırdattı cebindeki kibritten. Gözleri bu ufak yalıma takılı kalmış öyle bekledi durdu. Kim bilir Zeynep'in gözlerini görmüştür belki de o yalımda. Tam kibrit çöpü elini yakmaya başladı ki attı elindeki kibriti buğdayların bağrına. Öylece attı. Attığı gibi de bir turuncu patlayıverdi koca tarlada. Sağa, sola, etrafa bir ateş püskürten dev gibi püskürttü alevi buğdaylar işte... Bir ıslık sesi tuttu kulakları. Rêber, yolun kenarına çömelmiş, elleri dizlerinde kenetli, öylece durup seyretti bu yalıma kesmiş tarlayı. Şimdi Zeynep ile aynı yıldızı izleyebilirdi...