Ankara’ya, belki de şu anda hayatta olamayan Recep kardeşe ve onu çok seven Tanrı'ya.


Bir çocuk, ne kadar çocuk olamayabilir ki... Recep… Recep, bir ayakkabı boyacısı. Bütün bir hayatını, bugününü, dününü ve yarınlarını hatta gelecek iyi ve iyi olmayan günlerini, umudunu bir ayakkabı sandığında götürüp getiriyor.


Sandığı, boyası, cilası, fırçası ve fazladan bezi. Umut... Fakirin ekmeği. Ekmeği fakirin umut. O sandığın, Recep’e ekmek dışında getirdikleri de var elbet. İnsanların cebindeki üç beş lirayı kapmak için yapmadığı kurnazlık kalmaz.

— Boyayayım mı abi?

— Abi be bir tozunu alayım. Üç dakika be abi hemencecik, şimdiye diğerine geçmiştim.

Tam bunları söylerken hemen parmak ucunda beklettiği boyayı, ayakkabının burnuna sürüverir.

— Bak abi, sürdüm artık, hemen boyarım be abi... Cillop gibi olur.


Tüm bunlar; Recep’in, ayağının tekini sandığın üstüne koyup belki de elindeki gazete kupürünün ilk sayfasında, ortasında ya da işte köşesinde, başında gezinen boş, manasız iki çift göze sahip insanların gözünde çakal, uyanık, zeki, işin ehli, işin piçi gibi sıfatlara bürünmesini sağlayan yetenekleriydi.


Recep’i bu denli yetenekli yapan, aslında umutlarıydı. Yani ekmek. Para kazanmalı Recep, yırtık olmalı ki kendini pazarlayabilsin. Aslında hepimiz hayatımızın belirli anlarında böyle olmalıyız değil mi? Mesela iş görüşmesinde, mesela bir randevuda bir kadını etkilemek, kandırmak için. Aklı cebinin bir karış yanında olmak gibi işte.


Recep her gün o sokaklarda, aydınlatmaktan sıkılmış, arada bir yanmama eyleminde bulunan sokak lambaları altında. Soğuk, ıslak, bazen de çok sıcak kaldırımlarda ''Abi boyayalım mı, parlatalım mı?'' diye gezer, oturur, ıslanır, üşür, kızarır… Küçük, kara, nasırlı elleri. Zayıf, ince boynu. Yağız bir delikanlı. Recep.


Kalabalık bir ailesi var Recep’in. Babası yaşlı. Yaşının ve sefaletin getirdiği hastalıklarla her gün Tanrı'nın yakasına yapışarak ''Neden ulan, neden?'' diye yakaran biri. Anası desen yırtık pırtık giysilerin içine gelişigüzel doldurulmuş bir kemik yığını. İki de abisi var. Şehir dışında, Isparta'da, inşaatlarda amelelik yapmaya gitmişler.


Recep, abilerini dört ay, yedi gündür görmüyor. Artık sırtlarında, analarının kuruluktan ve çatlamaktan kuru, verimsiz bir toprağa benzeyen elleriyle hazırladığı yorgan ve döşek ile kapıdan çıkagelmelerini beklemek gibi yüce bir şeyin farkında olarak sidikli ranzasının başında her gece bekler. Onlar için dua eder. Merdiven boşluğunu fark edemeyip düşmesinler. Yüksek iskelenin bilmem kaçıncı katında iş cinayetine kurban gitmesinler, çok yorulmasınlar ve hemen gelsinler diye...


Bir de küçük bir kız kardeşi var. Altı buçuk yaşında. Her akşam birkaç lira verir. Daha fazla doysun, eksik hissetmesin diye... Yazık ona, diye düşünür. Kazandığından birkaç lirasını verebilmesi için otobüste, minibüste, durakta mahalleye girmeden önceki kıraathanede mutlaka son bir kez daha emek verirdi. Onun nasibi, diye düşünürdü.


Recep...

Recep, çaresizce, önünden geçen yakışıklı abilerinin, güzel ablalarının ardından bakarak düşlerle geçirdiği günlerin bitmesini, bir an önce bu kabustan kalkmak isteme duygusu içerisinde düşünür durur. Recep’im durur da ayakları, kolları ve en önemlisi ağzı hiç durmaz. Onların durma gibi bir lüksü olamaz. Bu zorla, isteksiz uyutulmuş, avutulmuş bedenin düşlerinden uyanması için durmamalı.

O kadar çok boyamalı ki. Herkes, sadece siyah ve kahverengiye boyanabilir ve ancak Recep'in boyayabileceği ayakkabılar çıkarsınlar diye Tanrı'ya dua eder hale gelene kadar.

Geldi bile.

Geçenlerde Tanrı'nın evinin avlusunda konuşurken bir amca şöyle bir şey demişti: Tanrı, sevdiği kullarını sınar. Onları zor sınavlardan geçirir.


Ne kadar da merhametli, sevecen biri şu Tanrı. Hep yoksulları seviyor. O kadar çok seviyor ki onları hep sevebilmek için ve içinde bulundukları durumdan çıkmamaları için elinden gelen her şeyi yapıyor.


Kafelerde oturan insanlar, marka sevdalıları, ağızlarında süslü sözler...

Memleket sevdalıları, akıl hocaları, edebî yazar, çizer, izler tayfası, zırt, pırt, tırtlar...

Kendileri olduklarında fısıldaşan, kendi dışından bir kalıpta olduklarında yüksekten konuşanlar.

Ardı arkası kesilmeyen kahkahalar… Cilveleşmeler.

O kafelerde oturan insanlar gerçekten mutlular mı?

Değiller mi?

O zaman nasıl gülebiliyorlar?

Eğer bir kişi aynı anda birden farklı kişiyse o, film yıldızı ya da tiyatro oyuncusu olabiliyorsa o zaman herkes mi sanatçı, sanat ruhlu, sanat sevdalısı? Kim çıkardı bu oyunculuk şeyini de gerçekle oyunu ayıramaz olduk.

Yoksa onlar da mı ekmeğinin peşinde?

Ya ayakkabısını boyatan kravatlı abiler, bazen de ablalar.

— Boya bakalım.

Kaç yaşındasın sen, hım…

Annen baban var mı, okuyor musun?

Cevaplara, Recep’i dinlemeden ayda ortalama yüz seksen saat çalışmanın karşılığında ya da üçte biriyle aldıkları lüks telefonların ekranında gezerken kulak kabartırlar...

Hım...

Anladım...

Hım...

Helal sana...

Bak, şu bankayı görüyor musun? Şu iş hanını biliyor musun, ben orada müdürüm işte.

Ya...

Recep, bu sıfatları ağzı açık dinler.

Sanki karşısında son peygamber varmış gibi.

Gündüz, yerini akşama emanet eder ki o da gecenin karanlığına bırakabilsin.

İşte tam da Recep için fakirhaneye dönüş vaktidir ki gün içerisinde yolda topladığı yarım sigara izmaritlerini bir köşede gizli gizli içer. İlk nefeste yarılanır sigarası

Recep’in.