Esrikleşmiş martılar gökyüzünde başıboş uçuyorlardı.
“Ne kadar düzensiz açıyorlar.” diye düşündü istemsiz.
Karşılaştırma yaptı eski bir alışkanlıkla. Bildiklerini bilmedikleri ile, gördüklerini görmedikleri ile, sevdiklerini sevmedikleri ile...
“Göçmen kuşlar öyle mi oysa? Belli bir nizam ve kurala göre uçarlar. Hiç nizam kalmamış bu kuşlarda efendim!”
Göçmen kuşları memurlara, martıları sanatçılara benzetti zihninde.
“Serseri martılar!” dedi küçümseyerek.
Unuttu ansızın martıları da göçmen kuşları da... Uzaklarda görünen denizin ufkuna dikti gözlerini. Burnundan aldığı nefesin ciğerlerine uğramadan dudaklarından çıkması gibi, hiçbir kaygı ya da düşünce belleğinde yer edinemiyordu. Yaşadıkları hiçbir iz bırakmadan zihninden gelip geçiyordu. Bu yüzden de yaşadıklarından gram ders almıyordu.
Babasız büyümenin lanetiydi belki de bu boşvermişlik. Babasını hatırladı ansızın. Gözlerini dikip gemilere bakarak konuşmaya başladı. Babasıyla konuşur gibi.
“Sana en çok ihtiyaç duyduğum zamanda neredeydin? Sadece annemi değil, beni de terk ettin. Seni hiç affetmeyeceğim.”
Gözünden serseri bir yaş döküldü, savruldu rüzgarda, denize karıştı. Denizin debisi yükseldi ansızın gözyaşları ile... Boş verdi babasızlığı, terk edilmenin oluşturduğu boşluk hissini, gözyaşlarını... Geri döndü betonlarla dolu kente. Kıyın kıyın duvar diplerinden yürüdü sessizce. Kimse fark etmedi varlığını. Kedisi bile inkâr ediyordu çoğu zaman bu varlığı. Sersem sepelek yaşantısına geri dönmenin tam zamanıydı. Ev-atölye diye adlandırdığı evinin yolunu tuttu. İnsanlar üzerinden gelip geçiyordu; içinden geçip duruyordu kentin gürültüsü, metallerin zırıltısı, betonun uğultusu, arabaların homurtusu...
Evde onu sokakta bulup sahiplendiği kendi gibi çirkin köpeği karşıladı.
“Nasıl bir aymazlıktır bu, hayvanı kendine alıştırıp başıboş sokaklarda ölüme terk etmek?” diye geçirdi içinden.
Eğer imkanı olsaydı tüm sokak hayvanlarını evine doldurdu. Hepsine bakar, hepsine ebeveyn olurdu. Babasının ona yaptığı gibi terk etmezdi onları. Yemeğini, suyunu koyup ne zaman değiştirildiği belli olamayan yatağına uzandı. Hayallerle bölündü uykusu, hafif bir gülümseme ile uyandı. Sergi açılışını hatırladı bir an. Tüm varlığını ortaya koyduğu, evde para edecek ne varsa satıp sermaye yaptığı ilk sergisini... İki hafta kalmıştı daha çok resim yapması gerekiyordu. Bir tane resim satsa yeterdi ona sergi masraflarını çıkarmaya. Hele bir de iki tane satarsa değmeyin keyfine. Bir sonraki sergisinin de masrafı çıkacaktı. Ne zordu parasız sanatçı olmak bu ülkede, parasızlık başlı başına zorken hem de. Elini yüzünü yıkayıp çalışmaya başlamanın zamanı gelmişti.
Aynadaki aksine baktı. Ne bulmuştu Çiğdem onda? Ah... Çiğdem, Anadolu’nun ücra köyüne resim öğretmeni olarak atanan sevdiceği Çiğdem... Çiğdem’le konuştu aynada karşısında belli belirsiz duran siluete bakarken.
“Hangi gökyüzü, hangi deniz, hangi mavi bana bu deli duyguları yaşatan? Gözlerinden ırak, hangi esaret beni dipsiz kuyulara sürükleyen? Sen yoksun mavi gözlerinden ırak bir maviliğe hapsolmuş ruhum. Bir kez olsun bak bana, kurtar beni bu esaretten. Ah... Çiğdem! Keşke arabaların arkasına yazılan bir cümle kadar kısa ve öz olsaydı sana anlatmak istediklerim.”
Radyodan müziğini açıp çalışmaya koyuldu. Çıkan her şarkıda kah hüzünleniyor, gözyaşına boğuluyor kah neşeyle dolup mutluluktan dans ediyordu. Fırçasını tuale doğru sallarken kendi halini yadırgadı.
“Nasıl bir ruh hali içindeysem artık her çalan şarkıda modum değişiyor, dengesiz miyim neyim? Bu kadar mı tutarsız olur insan, bu kadar mı en içten duygularla yaşar şarkıyı?”
Martı sesleri böldü resmindeki ahengi. Ansız bir martı çığlığı ile savruldu fırçası. Ziyan oldu milimetrik hesaplarla yaptığı resim.
Bağırdı var gücü ile;
“Serseri martılar!”
Başını iki elinin arasına koyup gündür hüngür ağladı. İnce ince dokuduğu şehir tablosunun üzerinde kocaman bir çarpı işareti oluşmuştu artık. Resmine baktı uzun uzun. Ardından eline fırçasını, boyasını alıp martılar gibi özgür, martılar gibi umarsız, martılar gibi gürültücü kahkahalar ata ata kimseyi umursamadan tüm resimlerinin üzerindeki mekanik havayı şen kahkahalı fırça darbeleri ile yerle bir etti. Artık şehri terk edip Çiğdem’in yanına mezraya yerleşme vakti gelmişti.