Gri ve uğursuz bir kasabada, pek de başarılı sayılamayacak bir ressam yaşamaktaydı. Tuvaline işlediği resimler, anlamsız ve rüyamsı görünüyordu. Uzaktan bakıldığında, etin ve parçalanmış bedenlerin hayaletleri gibi beliriyorlardı. Ancak bir takıntısı vardı: kırmızı.


Eski, solgun stüdyosunda, her gece kırmızı rengin tonları ile dans ediyordu. Fakat, bir türlü çizimlerinde gerçekçiliği bulamıyor, kırmızının bu tuhaf çağrısına karşı koyamıyordu.


Kırmızı, esrarengiz bir yolculuğa çıkaran bir lanet gibi onu sardı. Bir gece, çılgın bir dürtüyle kucakladı bu laneti. Sessizce, kasabanın soğuk sokaklarından birini seçti. Masum birini.

Yürüdü ve onu sessizce boğarak öldürdü.

Korkunç ve şeytani planını gerçekleştirmek üzere soğuk bedeni, suç mahalline taşıdı.


Stüdyosuna döndüğünde, gözleri bir çılgınlıkla parlıyordu. Kan kırmızının büyüsü, onun ellerini bir şeytanın ustalığına dönüştürmüştü. Tuvalini önüne aldı ve bir avuç dolusu kanı tuvaline işledi. Her hareketi sanki karanlık bir ritüelin parçası gibiydi.


Resim, tam anlamıyla dehşetengizdi. Parçalanmış bedenin her detayı, parçalanmış etin pıhtılaşmış kanı, dökülmekte olan iç organlar ve kopmuş uzuvlar...

Nihayet bu korkunç ve sapıkça ritüel son bulduğunda, ressam, tuvalinin önünde kendi yaptığı bu korkunç eserin karşısında dehşet içinde donakaldı.


Kırmızıya doyduğunda, tuvaldeki parçalanmış beden detayları daha da belirginleşti. Etin içindeki damarlar, kanın sızdığı derin kesikler ve ani gelen bir ölüm ile taşlaşmış çığlık atan bir yüz.

Kendi resminin içine düşmüş gibi hissetti, sanki bu vahşetin içinde kaybolmuştu.


Ancak, resmin büyüsü öylesine kuvvetliydi ki, ressamın dünyası karanlık bir deliliğe sürüklendi. Çığlık atan gökyüzü, korkunç çizimlerin huzurunda titriyordu. Ressam, kendi elleriyle çizdiği kabusun esiri olmuştu ve kırmızı, onun sonunu getiren karanlık bir hayalet olmuştu.