Sevgili Romeo,

Kumsalda tam ikindin saatleri, deniz kıpırtısız. Kavurucu güneşten kaçıp gölgesinde uzandığım ardıç ağacından, arada bir deniz tarafından peydah olan esintiyle kurumuş pürler dökülüyor. Bir kaç metre ötemdeki denizin turkuazdan laciverde geçen çivit mavisi rengine, teknelerin pruvalarıyla suyu yararak oluşturdukları beyaz köpükten dalgalara, kıpırtısız denizin birdenbire ışıltılarla ürpermesine bakıyorum. Dünya kurulduğundan beri bu deniz burada mıdır acaba diyorum, bu kumsal, bu sedir ağaçları, bu keçilerin çıngıraklarıyla gezindiği kekik kokulu boz tepeler, kim bilir ne kadar zamandan beri buradalar? Bu rüzgar hep böyle mi esti, denizin altında ışıl ışıl süzülen bu gümüş balıklar burayı hep yurdu mu bildi? Ay ışığı hep böyle mi yakamoz oldu geceleri denize, bu yıldızlar hep böyle mi ışıdı bu gökyüzünde? Ölümsüz olduklarını bildikleri için mi bu kadar sakin ve telaşsızlar? Gelip geçen yalnızca biz miyiz?

Sanırım ben bu gelip geçici olma fikrini seviyorum, ölümsüz olsaydık zaman bu denli değerli olur muydu, sevinçlerimiz ve acılarımız bizi böyle ele geçirebilir miydi, bilemiyorum. Ölümün olmadığı yerde her şey anlamını yitirebilirdi, insanın kendini gerçekleştirme çabası, varoluşun hezeyanları, hayaller, yarınlara dair umutlar, hatta belki ne memleket hasreti kalırdı ne bir sevgiliye duyulan özlem. Kim bilir, belki seni bir daha göremeyecek olmak bile üzmezdi beni. 

Gölgede aylaklık yaparken Kazancakis okuyorum, İtalyanlar “dolce far niente” diyor buna. Hiçbir şey yapmamanın tatlılığı. Oysa Aleksi Zorba’nın hikayesini okumak da ciddi bir iştir bana sorarsan. Gözlerim kelimeler arasında gezinirken kulağımda bir Sirtaki havası çalıyor, Anthony Quinn kollarını iki yana açıp sekerek buzukinin o tatlı melodisine bırakıyor kendini. Bir süre onu izliyorum sirtaki yaparken, bazı şeyler nasıl da zamansız diyorum. Aleksi Zorba Girit’teyken doksan yaşlarında yaşlı bir adamı ağaç dikerken görüyor, adama “bu yaşta hala badem ağacı mı dikersin” diyor. Adam da eğildiği yerden hiç kalkmadan “ben hiç ölmeyecekmiş gibi yaşarım evlat” diyor. Zorba ise ihtiyar adamın tam aksine “ben de yarın ölecekmiş gibi yaşarım” diye cevap veriyor, ama düşünmeden de edemiyor, hangisidir hayatı daha anlamlı kılan?

Sen olsaydın “neden ölümü düşünüyoruz güzelim, daha yaşayacak çok güzel günlerimiz var” derdin, biliyorum. Sana göre zaman sonsuz bir şimdidir, biz şimdimizin derdine düşmeliyizdir. Belki de bu yüzden bir deniz gibi, bir zeytin ağacı gibi, milyonlarca yıldır gökyüzünde asılı duran yıldızlar gibi, hiç ölmeyecekmiş gibi telaşsızca yaşamak, şimdimizin saçlarına taktığımız papatyadan bir taçtır ve başka türlü yaşamaklardan yeğdir.

Kumsalda akşamüstü oluyor, güneşin yakıcılığı azaldı. Bense hala gözlerimi kısarak denizi seyrediyorum. Bir balıkçı teknesi yavaş yavaş açılıyor, kumsaldaki mısır tanelerini alıp kaçan minik ağaç serçeleri gibi balıkçılar da nevalelerinin peşinde. Yarın balıkçının tezgahına düşecek iskorpit balıkları şimdi maviliklerde küçük kırmızı gövdeleriyle birer mücevher gibi parlayarak geziniyor.

Ne geçmişte ne gelecekte.

Sonsuz bir şimdinin içinde.

Sonsuz bir şimdinin içinde.


18 Ağustos 2024, Bodrum