Dört gündür aralıksız yağmur yağıyor,


Tanrım en son böyle bir yağmura 1930’un sonbaharında Paris’te tanık olmuştum ne fırtınaydı. Kara bulutlardan günün gece mi yoksa gündüz mü olduğunu bile anlayamıyorduk. Tam bir hafta sürmüştü, bu da o kadar sürecek gibi duruyor. Benim gibi yaşlanan zihinlerin, tek avantajı günümüzde karşılaştığı her olayı geçmişi ile mukayese edebiliyor olması sanırım.


Yatağımdan uzanıp bir mum yaktım, odanın aydınlanması hoşuma gitmişti, dışarıdan süzülen bir güneş ışığı görmeyeli dört gün oluyordu. Saat gecenin ikisi, ikiyi elli geçiyor, rutin anonsun yapılmasına on dakika kaldı, anons yine benimle ilgili mi olacak acaba diye geçmiyor değil içimden. Son dört saattir duyduğum tek ses, sokaktan belirli periyotlarla hızlı adım geçen askerlerin birbirlerine yağmurun sesini bastırabilmek adına bağırmalarından ibaret. Çok uzaklardan gelen irili ufaklı silah ve patlama seslerini saymazsak tabii. Hiç unutmuyorum bu sesleri ilk duyduğumda tarifi imkansız bir rahatsızlık hissetmiştim, başıma saplanan ani bir ağrı ile birlikte, kusma isteği tüm vücudumu kaplamıştı... Bir yerlerde birilerinin ölebileceği fikri, ölümün soğuk ve keskin nefesini ruhunda hissetmemiş her birey için tarifi imkansız bir buhrana sebep olur.


Sonra ne mi oldu? Alıştım, hem insanoğlu neye alışmaz ki? Ne garip; insan, ölümü içselleştirdiğinde, ta ki kendi ölümüne kadar ölümü çağrıştıran araçları da garipsemiyordu ve insanoğlu her şeyi içselleştirip kendi yaşamının rutin bir parçası olabilecek şekilde normalleştirebiliyordu. Uygun devlet politikaları ile diyordu, Mr. Rubach insanları kendilerinin öldüğüne bile inandırabilirsiniz... 1931 ayının kara ağustosunda tam da buradan başladılar, ruhlarımızı öldürdüler! Ve bizim bir ruha hiçbir zaman sahip olmadığımıza bizi inandırdılar...


Ve başladı,                                   

'Aldığımız istihbarat bilgilerine göre Gnose olarak da bilinen Martin Kirche, Monaco'da saklanmaktadır, isyancılar ile iş birliği içerisinde olan bu asiyi gören herkesin derhal polise bilgi vermesi gerekmektedir.'

Ne garip, eskiden bu megafonlardan benim müziğim dinletilirdi yurttaşlara. Şimdiyse beni gördükleri yerde öldürmeleri ya da bunu başkalarının yapabilmeleri için ihbar etmeleri isteniyor. 1949 yazı üstün hizmet madalyası almamdan hemen önceki gün, Mr. Rubach bana şöyle demişti, ‘Bizim propagandalarımız yurttaşların ruhlarını onlardan çalıyor ve sonra da D şubesi o ruhları öldürüyor. Evet biz üzerimize düşeni yapıyoruz fakat siz  Mr. Martin, yaptığınız müzik ile yurttaşları büyük sona hazırlıyorsunuz, psikolojilerinin sağlam kalmaları bizim propagandalarımızın istikrarı için çok önemli. Ruhları alınan bireylerin psikojilerinde de delikler açılırsa isyan kaçınılmaz olur, siz o isyanın çıkmaması için varsınız. Fransa’ya katkılarınızdan ötürü ödüllendirileceksiniz…’


Müziğe yatkınlığımın annemden geldiğini söylerdi hep babam, iyi bir piyano eğitimi aldığından dolayı küçük yaşta müzikle tanıştım. Şöyle bir geriye dönüp baktığımda birlikte yediğimiz akşam yemeklerinden sonra annemin hep Chopin çaldığını hayal meyal hatırlıyorum. 1915’in mayıs ayının yirmi birinci günü tüberkülozdan hayatını kaybetti. İlk bestemi on beşinci yaş günümde yani 1915’in ocak ayının on birinci gününde besteledim, annem bestemi incelerken bir gün demişti, 'bir gün Bay Martin, neden beste yapman gerektiğine karar vereceksin. O gün geldiğinde güzel bir nedenin varsa eğer öyle güzel besteler üreteceksin ki dinleyenler, ahenge kapılıp Tanrı’nın müziği olarak adlandıracaklar çalışmalarını.' Yirmi altıncı yaş günümde o nedeni bulabildiğime inanıyorum. Yapılan bir işi mükemmel kılan sahip olduğumuz nedenlerdir, eğer iyi bir nedenimiz olduğuna inandırabilirsek kendimizi ancak  o zaman o işi yapan diğer insanlardan farklılaşabiliriz. Zihnimi üç parçaya böldüğümü hatırlıyorum ve bu bölümlere isim verdiğimi; aydınlık, karanlık ve gökkuşağı. Aydınlık tüm hayatım boyunca beni hiç yalnız bırakmayan, her zaman yaşadığım ana odaklı, belirli imgelerin peşinden koştuğum, var oluşumdan keyif aldığım bölüm iken karanlık, var oluşun bana ömrümün belirli dönemlerinde yüklediği sıkıntıları, deliliğimi ve doldurabilmek için canhıraş çalıştığım zihnimde kazdığım o çukurun derinliğini simgeliyordu. Gökkuşağı ise aydınlık ve karanlığın tam ortasında sıkışmış hislerimi ve duygularımı…


Çağdaşlarım benim deli olduğumu düşünüyorlar, haklılar da. Bu yönümü hiç reddetmedim sadece baskıladım ama hiç reddetmedim. Çok iyi bir nedenim vardı; bir zamanlar en büyük hayalimdi, bir gün megafonlarla o dönemlerde yaşadığım Clerize kasabasının tamamına sonradan ünlenip geniş kitlelerin tanışacağı ‘’Günü Öğütenler’’ adlı bestemin çalınması, böylelikle tüm kasaba halkını kendi deliliğime ortak edebilecektim. Ben müziğimle toplumsal deliliği, bireyselliğe indirgeyip, tekrar topluma yönlendirerek kendi akıl sağlığımı koruduğumu varsayarken Mr. Rubach insanların delirmemeleri ya da isyan etmemeleri için benim müziğime gerek duyduğunu söylüyordu. Yozlaşmış toplumlarda ortaya çıkan ilk hastalık deliliktir demişti, Mr. Albert biz deliliği anlamlandırmadan direkt olarak nedene geçeceğiz, böylelikle yurttaşlar kendi bireysel deliliklerini keşfettiklerinde yaşayacakları ani kırılmanın ya da bireysel hesaplaşmanın önüne geçmiş olacağız fakat tek amacımızın bu olduğu söylenemez, onlarla işimiz bittiğinde her yurttaş deliliğin aslında onlarla toplum arasında asgari bir tutarlılık yarattığını fark edecek ve böylelikle toplumun akıl sağlığını belirli bir düzeyde tutabilmek için onlardan faydalanacağız.


‘’Derinlemesine hasta bir topluma uyum sağlamak bir sağlık ölçütü değildir.’’ der Krishnamurti. 1936 yılında İspanya’ya yaptığımız gezide bir psikiyatri hastanesinin duvarına taburcu olan bir hasta tarafından şöyle yorumlanmıştır bu söz, ‘’Ciddi derecede hastalıklı olan bir topluma uyum sağlamak, akıl sağlığının bir sembolü olamaz.’’