(Bu sabah bana bir mail geldi. Bir adam, hayatını değiştiren bir hatırayı hikâyeleştirmemi rica etti. Yalnız bu hatıra bir sır niteliği taşıyor. Kendisi kimseyle paylaşamadığı için böyle bir istekte bulunmuş olabilir. Olay ve yer tamamen gerçektir, ancak isimler, kişinin isteği ile değiştirilmiştir...)



Şimdi toprak olmuş Rüstem için.


I


Kısa dönem askerlik yaptım. Döndükten sonra olanları anlat anlat bitiremedim. Ama bu hatıralardan öyle bir tanesi ki, hiç aklımdan çıkmıyor. Çıkması da pek mümkün değil.


Van'ın bir ilçesinde vatan borcunu ödüyordum. Kış ayları çok çetindi. Zaman geçmiyordu. İnsan kendi içine bir yolculuğa çıkıyordu adeta. Yakın ilçelerden şehit haberleri geliyordu kulağımıza. Ama çok şükür askerliğim boyunca taciz ateşi bile duymamıştım.

Ama pek renkli günler de geçirmedik elbette. Hele benim gibi İzmir'de büyümüş, üniversite eğitimini bile ailesinin yanında almış, ana düşkünü biri için gerçekten pek zor bir süreçti. Ama olsun. İyi ki, dediğim bir zamandı. Ülkemizi ve ülkemizin farklı kesiminin çocuklarını tanımam için bana fırsat vermişti.


Ne etliye ne sütlüye karışırdım. Ayıptır söylemesi ufaktan bir torpilim de vardı. Pek başım ağrımadan kısa dönemi bitirmiştim... Son on beş gün kala, iyiden iyiye boşlamış, keyfime bakıyordum.


O sona gelmenin rahatlığıyla geçen günlerin birinde gece nöbetçiydim. Her şey olağan ilerliyordu. Sessiz karanlık koridorlarda ürkütücü bir ses duyuldu sonra. İnsanı rahatsız eden bu sesin kaynağını tespit ettim. Yatakhaneden geliyordu. Merakla gittim baktım. Yozgatlı Rüstem, rüyasında çocuklar gibi ağlıyordu. Gecenin uzattığı gölgeler çok hüzünlü duruyordu. Issızlığı bir rüzgarın sesi bölüyor, arada sırada Rüstem'in sayıklaması duyuluyordu. Askerlerden biri uyanıp "Deli midir nedir?" dedi, derhal uyumaya çabaladı. Uyuyacağı kısıtlı zamanı boş yere harcamak istemiyordu. Ama bu ağlayan koca çocuk beni inanılmaz üzmüştü. Kim bilir ne görüyordu, merak ediyordum. O gece onun yanından ayrıldım ama üzerimde bir ağırlık hissetmeme neden oldu. Ve ailemi daha çok özledim.


Ertesi gün, kar temizlerken Rüstem'in yanına gittim. Sigara uzattım. Esmer, uzun boylu, tam bir Anadolu çocuğuydu. Biraz hoşbeş ettikten sonra, konuyu nasıl merak ettiğim yere getireceğimi bilemediğimden, birden asıl meseleye geldim:


"Gece niye ağlıyordun Rüstem?" dedim.


"Ben mi ağlıyordum?" dedi şaşkınlıkla.


"Evet sen ağlıyordun? Hem de hüngür hüngür." Rüstem düşünceli bir hâl aldı. Kara suratı, usuldan kızardı. Ağlamanın ayıp olduğu bir coğrafyada yetişmişti.


"Doğrudur..." dedi. "Bazen öyle rüyalar görürüm işte. Anam da derdi, gece ağlıyorsun. Demek doğruymuş."


Sonra işine koyuldu. Benim merakım yine de dinmemişti.


"Oğlum Rüstem, aşıksan söyle lan?" Rüstem sustu. Gülümsedi. Ayazla yanmış yanakları kabuk bağlamıştı. Burnunu çekti.


"Ne aşkı?" dedi. "Daha var tezkereme sekiz ay, ben aşık olsam ne olur, olmasam ne olur?"


"Oğlum Rüstem, ne zaman istersen anlat. Ben buralardayım." dedim...



Çok didiklemenin bir anlamı yoktu. Bu ağlayışın altında derin bir acı varsa, boş yere Rüstem’in acılarını gün yüzüne çıkarmak istemiyordum. Varsın ruhu; gecelerin karanlığında, bu acıyı bastıramadığı zamanlarda, gözlerinden usul usul döksün. Biz de Rüstem için hüzünlenelim.



Aradan birkaç gün geçti. Şafak iyice sıkıştırmış. Canım bir nevi İzmir çekiyor. Annem ve babam hayta oğullarının bir görevi sıkıntısız bitireceğinden dolayı mutlu bir şekilde beni bekliyor. Ben onları özlüyorum. Mavi denizi, hafif esen akşamüstü rüzgarını, sahilleri, mahallemi ve o mahallemin ince, şirin kızlarını özlüyorum... Canım burnuma gelmiş. Vakit geçmiyor. Sanki İzmir benim olacak gidince, sınırsız haklarım olacak gibi hissediyorum.



Öğlen üç-beş nöbetinden dönmüştüm. Rüstem yanıma geldi sıkılgan bir tavırla. Kafasında bir şeyler kurduğu çok belliydi. Yalancı bir gülüşle:


"Yine ağlamışım abi, dalga geçti piçler." dedi. Yüzündeki gülüş, insanın kalbine batıyordu. Hiç dert tasa dinleyecek havam yoktu. Ama ne hakla bilmiyorum, Rüstem'e acımayla karışık bir sevgi duyduğum için, ona tahammül ettim.

"Niye ama, neden ağlıyorsun oğlum? Ne görüyorsan bize de anlat, anlat ki bilelim." Zaten anlatmaya karar vermiş olan Rüstem utanarak:


"Bir kız vardı abi. Yozgat, Yenifakılı’da. Ben işte, hâlâ onu görüyorum rüyamda."

Bunları söylerken korkunç bir sıkıntı duydu. Yüzü düştü. Acı acı nefesler alırken, kuşlar Rüstem'i duymuş gibi acıyla öterek geçti tepemizden o anda.


"Vay be! Rüstem beyimiz kara sevdalıymış meğer." dedim. Hiç aşık olmamıştım o zamanlar. Aşkın ne olduğunu, filmlerden ve boşanan çiftlerin nasihatlerinden biliyordum yalnızca.


"Ne oldu birden ben de bilmiyorum ki abi. Üç yıldır görmüyorum. Ama düşünmediğim tek bir gün yok. Aklımdan geçmediği bir gün, tek bir Allah'ın günü yok. Ama bu aralar yeniden rüyalarıma da geliyor." dedi.


"Nasıl görüyorsun peki?"


"Onu ilk gördüğüm zamanki gibi."


"Yani?" dedim.

Rüstem duraksadı. Yıllar önce kaybettiği bir eşyayı bulmuş gibi gülümsedi. Duvara sırtını dayadı:


"Bir sigara içeyim, dedim. Çıktım bir akşam sokağa. Bizim orada, kimin nerede oturduğu, kaç çocuğu olduğu, aklına gelecek başka her bilgiyi herkes bilir. Küçük yer işte. Bir kız var, adı Asiye. Kulağıma çok geliyor övgüsü. Biz ameleyiz abi. Kış gelir, evi bırakır İstanbul’a gideriz. O yüzden ben bu kızı en son küçükken görmüştüm. Kuru, kara bir şeydi. Neyse uzatmayayım. Sigaramı tüttüre tüttüre geziyorum. Gedik Osman diye bir adam var. O gün de oğlu evleniyor. Bizim aramız bozuk, gitmedik. Ben de ışıltıya bir bakayım diye uzaktan, düğünün olduğu sokağa gittim. İlçenin kızları oynuyor ortada. Amma, içlerinden bir kız gördüm."

Rüstem yutkundu. Kaba elleriyle bir sigara çıkardı paketten, ben yokmuşum gibi davranıyordu, sigarasını yaktı. Sonra devam etti konuşmaya:


"Neyse işte, esmer bir kız var aralarında. Uzun, serpilmiş bir kız. Bir oynuyor, görmen lazım. Bir kuş gibi, renkli kuşlar oluyor ya, televizyonlarda çıkar. Aynı onlar gibi işte. Oynamıyor da uçuyor gibi. Salınmıyor da, düşüyor gibi. Kara kara gözleri var, kocaman. Uzunca boynu, boynunun başına kadar gelen, uzun güllü bir entari. Entarisinin kan kırmızısından güllü desenleri… Ben, hayatımda ilk defa bir yarım olduğumu sandım. Karşımda oynayan o kızın benim bir parçam, benden kopmuş bir organ olduğunu hissettim. Belki sana komik geliyor Ferdi abi. Gülmeyesin hâlime ha! Sakın kınamayasın beni..."


Buzum çözülmüş, kafam yerine gelmişti. Bu hoyrat çocuğun hikayesini çok merak ediyordum açıkçası. Gülmek bir kenara, beni bile efkarlandırmıştı. Böylesi kaba görünen birinin içinde nasıl böyle nahif cümleler barınıyordu, şaşırmıştım.

"Yok be oğlum, ne komiği. Bu kız sahi bu kadar güzel mi? Yoksa senin gözler mi onu böyle görüyor? E anlat bakalım sonra ne oldu?" diye sordum.


"Ben bununla konuşamadım. Çok denedim olmadı. Bir kış geçti öyle. Yaz geldi sonra. İşe gideceğim, içimden gelmiyor. Babam zar zor kovdu evden. Ama elden ne iş ne güç geliyor. Yozgat'tan bir arkadaşım daha geldi çalıştığım şantiyeye. Geldi geçti zaman, ona da anlattım aynı böyle. Bir de gardaş dediğimiz adam abi, bana dedi ki: "Rüstem, o kızın numarasını sana bulurum. Ama bana iki yüz lira vereceksin." Paranın Allah belasını versin abi. Avans aldım kalfadan, verdim... Arayamadım, heyecanlandım. En son mesaj at dediler. Ben böyle iki sayfa, mektup gibi mesaj yazdım buna, gönderdim."


"Oğlum Rüstem, heyecanlanacak ne var lan? Cidden anlamıyorum. Bir insan bir kadından niye çekinir?"


"Bilmiyorum abi. Biz de böyle yetiştik. Neyse işte... Ben mesaj attım. Arayamadım. Tüm yaz boyunca mesajlaştık onunla. İnan bana rüya gibiydi. Sabahlara kadar mesajlaştık. Ne o ara dedi, ne ben aradım. Beni bu çok üzüyor. Hiç sesini duyamadım. Bir kez bile. Ama çok mesajlaştık, gecelerce... Herkes onun sesini duyuyor mesela, çevresindeki herkes, ama ben onun sesinin rengini bilmiyorum."


"E sonra ne oldu?"


"Sonra ben Yenifakılı’ya dönüyorum, dedim. Bu birdenbire değişti nedense. 'Artık bana yazma, her şey bitti.' filan dedi. Asla peşime de düşme, diye pekiştirdi. Ben yıkıldım abi. Dediğin gibi kara sevdaya döndü bu durum. O kadar çok hayal ettim ki onu, onunla ilgili o kadar çok hayal kurdum ki anlatamam sana. Ve o bunların hiçbirini bilmiyor. Çok isterdim bilsin abi. Ona bunları anlatamadım ya, içime sığmıyor artık. Artık rüyalarımda akıyor içimden. Oysa o düğünün olduğu gün gibi, o kıyafeti olsa üstünde. Ben onu bulsam bir yerde, tutsam elinden, 'Ben her gece adını sayıklıyorum Asiye, benim için ne yapabilirsin?' desem. Sonra her şeyi ona anlatsam! O beni anlasa. Sevmese bile anlasın. Anlaşılmak istiyorum. Onun beni anlamasını çok istiyorum. Tek bunu istiyorum."


"Zor bir şey değil be oğlum. Gidince anlatırsın. İnsanları gözünde büyütme. O aslında pek öyle biri değil, ama sen gözünde onu öyle bir yere koymuşsun ki konuşamıyorsun bile onunla."


"Bilmiyorum abi." dedi. "Ben gidene dek ne olur... Yetişmiş kız, benden haberi yok, biri alır gider." dedi. Durgunlaştı. Yeni uykudan kalkmış gibi yalpalayarak gitti.


II


Dünyada bazen öyle ilginç olaylar olur ki insan mantığı bunu algılayamaz. Çok didinir, uğraşır ama en sonunda vazgeçer. Her şeyi anlamak zorunda olmadığını anlar. Üstelik kimselere anlatamaz bu durumu. Sadece kendi içinden yaşar. Çok acı olan bir şey, diğer insanlar için komik ve saçma olabilir.


Aradan birkaç gün daha geçti. Birkaç asker koğuşta şakalaşmışlar. Birbirlerini ne akla hizmet ise, havaya atıp tutmuşlar. Yarı kavga, yarı şaka birtakım olaylar olmuş duyumuma göre. Bilindiği gibi biz erkekler bir araya gelip, üstelik uzun süre bir arada kalınca, birbirimize zarar vermeden sağ salim ayrılamıyoruz. Zarar gören kurban bu kez Rüstem olmuştu. Bu hayvani şakalaşma esnasında, kafasını duvara vurmuştu. Soruşturma başlamıştı. Askeriyedeki rütbeliler barut gibiydi. Ben bu olayın yakından uzağından alakalı değildim. Ama askeriyede esen gergin hava bize de yansıyordu. Rüstem için endişeleniyordum. Her şey bir kenara, askerliğimin son günü ağlayarak ayrılmıştım. İri yarı bir adamın bu kadar basit bir şekilde ortadan kaybolmasını anlayamıyordum. Kabul edemiyordum. Rüstem’in akıbetini bana haber edin, dedim birkaç dosta. İzmir’e döndüğüm ikinci gün, acı haber gelmişti. Kocaman çocuk, kıytırık bir şakalaşmada can vermişti. Olayı kavrayamıyor, bir insanın bu kadar sudan sebepten, böyle kolay bir şekilde ölmesini hâlâ kabul edemiyordum.


Rüstem öldükten bir ay sonra bile iç sıkıntımda bir dirhem eksilme yoktu. Aksine tasam gün geçtikçe artıyordu. En son aklıma Rüstem'in sevdiği kızı bulup Rüstem’in onun bilmesini istediği her şeyi söylemek geldi, bunu yapmanın benim bir görevim olduğunu düşündüm. Belki ancak o zaman bu nedensiz uzayan iç sıkıntısından kurtulabilirdim.


Annem ve babam ne kadar istemese de ertesi gün Yozgat Yenifakılı’ya yola çıktım. Zihnimde sarı renge yerleşen bir ilçe oldu nedense bu ilçe. Gözlerime başka gelen arabalar, yollar, evler ve toprak. Büyük, kurumuş bir yaprağın üstüne benziyordu Yenifakılı.

Bu küçük ilçede Rüstem’in ailesini bulmak çok zor olmadı. Daha sonra mezarını bulmak da. Onun başında çok duraksadım. Ama pek tesir oluşmadı içimde. O toprağın altında Rüstem’in yattığına daha hâlâ inanmadım, inanamadım. Rüstem’in anne babasından Asiye’nin yerini öğrendim. Belki anlatmamam gereken şeyleri anlattım bu süreçte. Asiye’ye olan aşkı ve Rüstem'in onun hakkında dediklerini anlattığım zaman, anne ve babanın yıkılışını zihnimde siyah rengine yerleştirdim isteksizce. Bana Asiye’nin evinin adresini verdiler, daha sonra, "Git söyle oğlum, madem öyle istemiş bizim oğlan..." dedi Rüstem'in annesi. Yanımda Rüstem’in amca kızıyla, belediye kursunda dikiş nakış eğitimi alan Asiye’nin yanına doğru gittik. İçimde bir heyecan oluşuyordu. Rüstem o kadar övmüş, o kadar yüceltmişti ki bu kızı, ben bile heyecanlanıyordum. Üstelik ilk kez o an yaptığım şeyin ne kadar mantıksız olduğunu hissetmiştim.


Binanın içine giren kız, yanında Asiye ile gelmişti. Asiye’yi görür görmez, Rüstem’in gözlerinden bakmaya başlamıştım. Esmer yüzü, simsiyah saçları olan bu kız, kırılacak bir cam eşyaya benziyordu. Yüzüne bakınca, derin bir ormanda nefes alıyormuş gibi, gevşiyor ve bir huzur buluyordu insan. Amca kızı bizi bırakıp gitti. Asiye her şeyden habersiz, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ceylan gibi ürküyor, gözleri seğiriyordu. Sessizliği bozmazsam bırakıp gidecekti.


"Ben Rüstem’in arkadaşıyım." dedim. Kendi sesimi, beynim bir yabancının sesi olarak algılıyordu. Bir türlü bulunduğum zamanı ve mekanı kavrayamamıştım. Asiye cevap vermedi.


"Belki, ne alaka, diyorsun içinden." dedim. Başıyla beni onayladı.


"Askerde bana senden bahsetti." dediğimde, pek şaşırdı.


"Niye ola ki?" dedi. Sesi, şivesi pek şirindi.


"Siz onunla mesajlaşmışsınız ya hani?"


Asiye iyice şaşırdı:


"Ne! Yok, ben hiç mesajlaşmadım onunla, benim telefonum bile yok ki!" dedi. Bir yarım dakika kadar Asiye’nin yüzüne baktım. Bakarken onu görmüyordum. Gözümün önüne, iki yüz lira için en yakın arkadaşını kandıran, onun duyguları ile oynayan, aldığı parayı fahişeye veren, sarı dişli, kötü yürekli bir adam geldi.


Hiçbir şey demeden, oradan ayrıldım. Yenifakılı’dan ayrıldım ve bir daha asla dönmeyeceğimi düşünerek. Ancak bir ay sonra yeniden döndüm.



Asiye ile evliyiz. Bazen hâlâ düşünüyorum. Çocuğumun annesi Asiye’ye, Rüstem’in gözleriyle mi bakıyorum yoksa?



HK. 2018