Evvel zaman içinde kalbur saman içinde...

Yaşlanmış sular şarkı söyler, unutulmuş masallar geceleri ağlarken... Bulutların tek tek adı, tutulmayan sırların ebemkuşağından renkleri varken... Daha önce hiç insan görmemiş ormanların birinde, ilk ademoğlundan daha eski, mağaralardan daha genç bir ağaç yaşarmış...

Günlerden bir gün...

Ufak bir karahindiba tohumu kendisini sırtına alan rüzgarla yavaş yavaş aşağı doğru süzülürken, aşağısında ve ardında bıraktığı tepenin yamacına dikkat kesilmiş. Henüz topraktan sadece baş rengi görünen mantarları, deliklerinin tümseğinden tepetaklak yuvarlanan akça karıncaları, yüzüstleri yosunlanmış küflü taşları, sıyrıla sıyrıla ilerleyen sırtları güneşten sararmış solucanları, küçük yeşil otların yanaklarından süzülen çiğ damlacıklarını ve dallarıyla dizlerini döven bir ağacın dökülen etli yapraklarını görmüş. Biraz daha yukarı, diye bağırmış rüzgara. Hadi rüzgar biraz daha yukarı çıkar beni, şu ağlayan ağacın tepesine, demiş. Gülümseyerek havalanan rüzgar ağaçla göz göze gelince, karahindiba tohumu hop atlayıp rüzgarın sırtından ağacın en yüksek dallarından birine konmuş.

Neyin var ağaç, diye sormuş karahindiba tohumu.

Ben binlerce yıldır hayattayım, demiş ağaç. Bu topraklarda böceklerim hüküm sürdüğü yılları bilirim, karınca krallıklarının yıkıldığı çağları gördüm ve hatta tozun toprağın eziyetten inlediği zamanlar var aklımda. Kadim kentlerin sarmaşıklar tarafından talan edildiği yıllarda bile buradaydım. Ormanların kara büyü fısıltıları gece kuşlarını sağır ederken, kayalar ve taşlar kök salma lanetiyle kırılmazken de bu ormanda yaşıyordum. Oysa şimdi beni içten içe yiyip bitiren bir derdim var, iyileşmez yaralar açtım gövdeme dallarımla vura vura, diye içini çekmiş.

Bir hastalığa mı yakalandın, diye sormuş karahindiba tohumu, öyleyse bana anlat, anlat ki çaresini arayayım rüzgarların sırtında diyar diyar dolaşarak, diye de eklemiş.

Bir tilki, ağzındaki yaralı beyaz tavşanla koşarak yanlarından geçmiş. Birkaç yüz metre ötelerindeki yaşlı meşe ağacı çatırdayarak toprağa kapaklanmış. Dağın tepesinden dökülen ırmaktaki balıklar neşeyle bağrışarak soğuk sularda kaybolmuş.

Biz ağaçların hafızası vardır, diye devam etmiş ağaç. Bizim sadece hafızamız vardır. Gece uyuduğumuzda gün bizim için biter, hayat o an itibariyle ölür. Sabah ufuktan sarı güneşi selamlamak için uyanırız ve yeniden doğarak hayata devam ederiz. Atalarımın tarihi boyunca rüya gören bir ağaca rast gelinmemiştir. Gece uykusunda düş gören ağaç sadece kötü söylencelerde olur ve yaşadığı ormana sadece uğursuzluk getirir, demiş karahindiba tohumunun tam gözlerinin içine bakarak.

Karahindiba tohumu uzun uzun ve kederli bir şekilde düşünmeye başlamış. Bu rüya gören ağaç uğursuzluğunu daha önce birilerinden duyduğunu anımsamış.

Nasıl rüyalar görüyorsun, diye sormuş ağaca.

Uzaklardan bir ses duyuyorum her gece düşlerimde, diye devam etmiş ağaç, içi acıyarak ve ürpertiyle. Ta ormanın en derinlerinden, buradan göremediğim ağaçların da ötesinden, kızıl toprağın bittiği o çoraklıktan geliyor sanki o ses. Daha önce duyduğum hiçbir mahlukatın sesine benzemiyor. Bin asırdır görünmeyen Zümrüdüanka kuşunun yüce sesi desem değil, kurak yaz ortasında, susuz ırmağın dibinde can çekişen balığın pullarındaki çatırdama sesi desem değil, mavi gözlü kurdun hasmını boğarken yüreğinden gelen o vakur ses desem o da değil. Öyle bir ses ki gebe ceylan duysa yavrusunu düşürür, öyle bir ses ki sansarın önünde koşan sıçan olduğu yerde çakılı kalır, öyle bir ses ki kabuğu çatlar doğmamış zambak tohumunun. Ah öyle bir ses ki çölleri, buzulları ve de hatta canım karahindiba tohumu, cehennemin katran karası katlarını gezsen böylesini duyamazsın.

Dallarının hepsini yere doğru sarkıtan ağaç, çaresiz, ölümü bekleyen son gece hastası gibi fısıldamış karahindiba tohumuna:

"Kaç kurtul bu ormandan, ölüm gelecek."


İçi ürpermiş karahindiba tohumunun, tam yüreğinin olduğu yerden beş mevsim geçmiş, beşi de birbirinden ayaz, beşi de soğuk beyaz. Bunun devası yok mu, diye sormuş ağaca. Ağaç yere sarkıttığı dallarıyla toprağı hüzünle eşeledikten sonra,

"Ya beni köklerimden söküp toprağa yatıracaklar ya da ben lanet gerçekleşmeden kendi ecelimle öleceğim, başka çaresi yok bunun." demiş.

Sarı güneş yavaştan en tepeye yaklaşmaktaymış, derelerin suları epeyce ısınmış, sabah avcıları karınlarını doyurmuş, sabah avcılarından canını kurtaranlar gölgeliklerde saklanmaktaymış. Ağaç kendi gövdesini dövmeye başladığı günlerde ağaçtan kaçan kızıl karıncalar, az uzaktaki kestane ağacında hiç ölmeyecekmiş gibi çalışmaktaymış. Kaya kovuklarına verdikleri oğuldan çıkan yaban arıları morlu, sarılı, allı, çivit mavili çiçek tarlalarından mahsullerini toplamaktaymış.

Tam bu sırada ormanın en uzak ucunda, kızıl toprağın bittiği çorak arazinin en sonundaki ölüme yaklaşmış olan yabani otlar ezilmiş. Bu sapsarı bu kahverengi otlar ezilince, üstünde konar vaziyetteki kara böcekler vızıldayarak kaçışmış. Ormandaki çimenler, zehirli mantarlar, cennet bahçesinde bile bulunmayacak güzellikteki çiçekler ezilmeye başlamış. Ezilen, kırılan ne kadar mahlukat varsa son bir haykırışla düşüyormuş toprağa.

Duyuyorum, demiş ağaç, düşlerimde işittiğim o zifiri karanlık sesi duyuyorum.

Ağacın hemen dallarının arasından geçen bir rüzgara binmiş karahindiba tohumu. Irmakları, dereleri, asırlık gövdeli ağaçları, sarı zehirli sarmaşıkları, kayalara küf salmış yosunları, toprağa yeni değmiş tohumları geçmiş. Ormandaki hiçbir mahlukat kıpırdamıyormuş. Ovalar, akan sular, cıvıldayan kuşlar, sarı siyah halkalı etli yaban arıları hepsi taş kesmiş sesin olduğu yere bakıyormuş. Rüzgarla iyice yükselen karahindiba tohumu birden onu görmüş.

Rüzgar durmuş, karahindiba tohumu gökten yere süzülmeye başlamış. Aklında anlatılan masallar, sabaha doğru gizlice söylenen efsaneler, mağara duvarlarında yankılanan kötü hikayeler gelmiş. Meğer hepsi gerçekmiş, meğer hepsi gerçekleşecekmiş. İçini kara kaplayan karahindiba tohumu, toprağa değer değmez ve de hemen ezilip toza karışmadan hemen önce son kez fısıldamış:

"Ah, insan!"