Sayfaları okunmaktan kopmuş, kaymış, kaykılmış, sararmış; kalın, kapaksız kitabı bütün halinde tutmaya yarayan dış kenarında, büyük harflerle ‘’RÜYA TABİRLERİ KİTABI’’ yazıyor.

Anneannemlerde kaldığım günler, o dönem hiç sevmediğim ama şu çok yoğun çalışır yaşta,

‘’olsa da yesek‘’ diyebileceğimiz öğlen uykularımın tüm mahmurlukları, gözlerimi açar açmaz karşımdaki kütüphaneden (tam da yattığım divanda göz hizama geliyordu) bana bakan bu kocaman kitap eşliğinde geçti. RÜYA TABİRLERİ KİTABI.


Balkondaki yaz öğleden sonralarına, çaya, keke eşlik etmeden, terliklerimi giymeden, içeri koşturmadan önce biraz düşünür, kitabın; rüyada uçtuğunu görmek, rüyada yüksekten düşmek, rüyada kedi görmek bölümlerinin neden o kadar aşınmış olduğuna kafa yorardım.

Sonuçta kitaba bakan üç kişi vardı. Annem, teyzem ve anneannem. Kitap neden bu kadar eskimişti?

Bu üç kişi rüyalarında neden sıklıkla uçuyor, düşüyor ve neden sürekli kedi görüyorlardı?

Günlük yaşamın uçmaya, düşmeye ve kedilere yakın olma halini sonraları anlayacaktım.

Büyüdükçe anneannemlere gelmeden önce gördüğüm önemli rüyaları aklımda tutmaya çalıştım.


Ergenlikte uçmakla düşmek değil de daha ziyade koşmakla yakalayamamak, konuşmak ve duyuramamak kısımları arasında gidip geldim. Sayfaları, kenarlarından eprime terfisine getirdim. Sanırım bu büyümek demekti. Neticesinde bir kitabı eskitebiliyordum. Kenarı sarı kakmalı antika aynadan, kitapla en son göz göze geldiğimde, artık anlamına bakacak bir şey de kalmamıştı. Tamamını ezberlemiştim.

Ve sanırım, bu ezber sonrasında kitap tarafından cezalandırılmış ya da ödüllendirilmiştim.

Çünkü seyrek aralıklarla da olsa olacak olanı aşağı yukarı tüm hatlarıyla rüyalarımda görür bilir hale gelmiştim.


Telepati, birinin aklından geçenleri ya da çok uzakta gerçekleşen bir olayı, arada hiçbir araç ve/veya duygusal bağlantı olmaksızın algılama yeteneği olarak tanımlanıyorsa duygusal bağlantılı bir durumda olan, olacak olan her şeyi rüyada görüyor olmak da malum olma hali olarak tanımlanabilir miydi? Bilmiyordum.

Bu malum olma hali, söz konusu anneyle çocuk, babayla çocuk, kardeş, en yakın arkadaş ve/veya içerikte aşık olma durumunda artarak devam ediyorsa uykudan ve rüyalardan bezmek, bu alemden çekilmek için avuç avuç kabak çekirdeği yemek suretiyle, teknoloji ve kahve bağımlılığına ayaklanmak, iç isyanları ceplere doldurup normal hayat haline adapte olmak yoluyla bertaraf edilebilir miydi? Bilemiyordum. Buna karar vermek için yüzümü denizde yıkayacağım, güneşsiz bir yaz günü (fotoğraf çekimi için mükemmel ışık demektir) şile bezi, çıplak ayak, biraz sessizlik ve balık gerekebilirdi.


Keşke ‘’say a little pray for you’’ diyerek ellerimi şaklattığımda, (çırpma da olabilir) bu malum olma halinden kurtulabilseydim ve ağır duygusal bağımlılıkları geride bırakarak ‘’Sakın dokunmayın bana, rahat bırakın.’’ halinin aslında hiç de güven telkin etmeyen bir durum olduğuna kendimi tüm benliğimle o zamanlar inandırabilseydim.

Artık büyüdüğümde, yani başımdan bir sürü doğum günü, iyilik ihlali, güven tükenişi, serzeniş, veda, merhaba geçip de kitabı bunca önemli işten sonra hatırlayıp aradığım günler, anneannemin vefatına denk gelir.


Çekinerek sayfalarını açıp karıştırdığımda aldığım eski kitap kokusu, sahaflarda geçen üniversite hayatıma trajik göndermeler yapmıştı. Bazı sayfalar elimden koşarak kaçtı, yerlere dağıldı. Kitap küsmüştü. Ya da ben yaşlanıyordum.

Rüyalar söz konusu olduğunda, kitabın tabirlerinden çok, ertesi günkü kavgayı, nezarethaneden çıkacak arkadaşı, bitecek bir evliliği, olacak bir kazayı, doğmayacak çocuğu, karşılaşılacak bir yakını görme hali, pes edilemez, vazgeçilemez, tutarsız, zamansız bir oyun haline geldiğinde evet durum benim için kocaman bir şaka gibiydi.

Bu malum olma halinin rüya, uyku durumunun az çözülebilir, rastlanması zor ve gizemli halleri o zamanlar kendimi iyi hissettiriyordu. Tam da böyleydi.


Gözlük çerçevelerinin tatları kötüdür ve kurşun kalem kafalarının da. Düşünürken insanların dişledikleri bu lezzetsiz ürünlerin içinde bence katkı maddesi var ve yedinci duyu olan rüyaların ışığını alıyorlar.

Sahi siz hiç rüyalarınızın ışığını kapattınız mı? Ben günü geldi, mecburen kapattım. Mazhar Alanson, şarkısında bir tek bu mecburiyetten söz etmemişti oysa. Ama kapattım.

Rüyanın ışığı fazla olunca yapacağınız konuşmaları, yapmayacağınız konuşmaları, yorulacağınızı, koşmaya devam edeceğinizi ya da o gün mail kutunuzda kaç tane maille karşılaşacağınızı, maillerin size ne anlatacağını, kimi yalnız bıraktığınızı, kimlerin sizi yalnız bırakacağını, yağmurlu bir günde nerede yürüyeceğinizi biliyorsunuz.

Dönem dönem insanların tamamının başından geçen inanılması güç tesadüfler, denk gelmeler, karşılaşmalar, kitaplardan, haberlerden okuduğumuz inanılması güç ‘’vay be’’ ünlemleri kimimiz için kayda değer güzellikler olarak hesaba geçiyor, kimimiz farkında bile olmadan, dikkat etmeden üzerinden yürüyüp gidiyoruz. Ben hesaba geçtiklerimle mutluydum. Bu kadar yeterdi. Işığı kapattım.


Sanırım bu malum oluş halinin en kötü yanı, geleceği görebilmek için uyuyor olmamın gerekmesiydi. Oysa yaşadığımız an yani şimdi, uyuyarak harcanmayacak kadar gerçek olan tek şey. Neticesinde rüyamda genellikle yaşadığım boşluktan düşme halini de bilimsel bir çerçeveye oturttukları an tam da o güne denk geliyor. Rüyalarımın ışığını kapattığım o güne. O gün, olacak olanı bilmek istemediğime kanaat getirdim. Bilmenin iyi bir şey olmadığına karar verdiğim gün, o gün.

Şimdi anneannemin vefatından sonra, sakız sardunyasız kalan balkon camına ‘’Satılık’’ yazısını yapıştırıyoruz. Rüyalarımın ışığını kapattığımdan beri ben de kucağımda bir kediyle birlikte tam düşerken uçmaya başlıyorum. ‘’Cover’’

Uyan…