Anlatacak çok şey var, o zaman sözü uzatmadan hemen anlatmaya başlayayım.

Ferat taşrada doğup büyümüş ancak üniversiteyi ülkenin en büyük ve en kalabalık, en güzel ve en çirkin, en zengin ve en yoksul, en pahallı ve en ucuz, en özgür ve en muhafazakar kentinde okumuştu. O yüzden kutuplar ile ekvator gibi hem birbirine uzak hem birbirine bağlı artı eksi elektronlardan oluşan bir hat üzerinde yaşayıp durduğunu düşünürdü.

Uzun boylu, esmer, kahverengi gözlü ve mercimek başlı göbeği olmazsa zayıf sayılırdı. Utangaç ama isteklerinde ısrarcıydı. İçe dönük olmasına rağmen sosyal ilişkilerinde sorunlar yaşayan biri değildi. Hoş sohbet değildi ancak iyi bir dinleyici olduğu için samimi dostluklar kurmak konusunda fena sayılmazdı. Sürekli espriler yaparak hayatındakileri neşeye boğan biri hiç değildi ama hayatın mizahi yanlarını görecek kadar muzipti. Hayatında imrendiği insanlar hiç olmadı. Yalan olmasın birkaç arkadaşına gıpta ile bakmışlığı vardı ancak “ben bu değilim, istesem de başkası gibi olamam” demiş, aldığı bu kararla psikopatik ya da korkunç trajik bir kişiliğe savrulmaktan tam zamanında kurtulmuştu.

Doğrusu hikaye uzun ama hikaye kahramanımızın aldığı kararının ne kadar yerinde bir karar olduğunu fark ettiniz sanırım. Yoksa serseri bir mermi ya da bir hergele misali toplum içinde dolaşıp her an birilerine zarar verebilirdi. Sadece yakınındakilere değil bir toplumun tümüne bela olabilirdi. Homay korusun pekala bir Hitler, Franco, Mussolini, Stalin, Kaddafi ya da bir Saddam neden olmasındı? Ey okur, şimdilerde dünya toplumlarını yönetenleri gözünüzün önüne bir bir getirmeye çalışın ve sakince düşünün bakalım. Oldukça riskli ve kompleks olan bu konuda çağdaşımız yöneticiler arasından örnekler vermemi beklemediğinizi de biliyorum.

Bu arada öykümüzün kıvrımlı, ve hafif karanlık bir yola saptığını sezdiniz değil mi? Anlatacak çok şey var ama ben sözü uzatmadan ve anayoldan ayrılmadan devam edeyim. Ferat ne zaman hayatının olmadık rastlantılar ile değişime uğradığını düşünse bir tesadüf üç vakte kalmaz mutlaka gelip onu bulurdu.

Ferat üniversiteden mezun olmuş ve yirmi beş yıl taşrada bir devlet kurumunda inşaat mühendisi olarak çalışmıştı. Çeyrek yüzyıllık bu zaman diliminde evlenmiş, iki de kız çocuğu olmuştu. Küçük kızı ortaokulu bitirip liseye geçince daha iyi bir eğitim için ülkenin başkentine yerleşme kararı almış ve aynı yıl tayin isteyip şehre gelmişti.

Yeni iş yerinde çalışanlar Ferat’ı güler yüz ve samimi sözlerle sıcak bir şekilde karşılamış, yabancılık çekmesin, rahat hissetsin diye oldukça yakın davranmışlardı. İlk gün “hoş geldin” “hoş buldum”, “nereden geldin?” “Taşranın doğusundan”, “neden geldin?” “birden esti işte”, “iyi ki geldin”, “geç bile kaldın”, geldiğine pişman olmayacaksın” “umarım öyledir” vesaire tanışma sözlerinin ardı ardına dizildiği sırada sözünü ettiğimiz o tesadüfün ayak sesleri duyuldu. Yuvarlak yüz hatlarına sahip, düz saçlı, uzun boylu, geniş alınlı, fazla alımlı, dolgun dudaklı, endamlı, oldukça uzun bacaklı ve kusursuz vücut hatları ile doğal olarak çok mankene taş çıkartacak kadar güzel, tanrının adeta kalem ile özene bezene çizerek yarattığı, otuz beş kırk yaşlarında meslektaşı bir kadın kendisini yıllar yıllar öncesinden tanıdığını söyledi. Bu iddiasını üniversiteyi okudukları yıl, şehir ve üniversitenin adı ile somut verilere dayandırması üzerine Ferat küçük bir şok yaşamış kadar şaşırdı. Yalnız kaldığı ilk anda hemen yirmi beş yıl öncesine ışık hızı ile zamanda geçmişe kısa bir yolculuğa çıktı: Üniversite yıllarına gitti. Önce arkadaşlarını, arkadaşlarının arkadaşlarını hatırlamaya çalıştı. Okul kantinini, yemek kuyruğunu, boş derslerde fakültenin bahçesinde oturduğu bankları, sonra her yıl baharda tekrarlanan şenlikleri, sıcak havalarda çam ağaçlarının uzun gölgesinde oturduğu anları detayları ile gözlerinin önüne sermeye çalıştı. Sonra gittiği sanatsal-kültürel etkinliklerde, yazıldığı hobi kurslarında ve arkadaşları ile ziyaret ettiği diğer fakültelerde tanıştığı kızların simalarını hafızasında tekrar tekrar canlandırıp baktı. Nafile, onunla tanıştığına dair en küçük bir anı kırıntısı dahi bulamadı. O tanışıklığın zihninde bir yerde olduğunu kendisi de hissediyor ama yirmi beş yıl önceki o anın yerini ve zamanını bir türlü bulamıyordu. Günler ve haftalar boyunca fırsat buldukça geçmişe yolculuk egzersizlerine devam etti.

Çoşkulu yürüyüşü ile yanından geçtiği anlarda hafif bir meltem esintisine vesile olduğu için Ferat ona Rüzgarın Güzel Kızı diye hitap etmeye başlamıştı. Onu hem gizliden gizliye deyim yerindeyse dikizliyor hem geçmişe yolculuklarına devam ediyordu. Bir gün onun sosyal medya hesabında yirmi beş yıl öncesine ait düz sarı saçlı bir fotoğrafını gördü. O anda elinde sihirli değneği, sırtında narin kanatları ile bir peri ışıklar saçarak kahramanımızı sislerin içinden alıp rengarenk gazlardan ibaret bir girdabın içinden birkaç saniyede yirmi beş yıl öncesine, büyük şehrimizin ünlü meydanında yapılan bir protesto eylemine götürdü. ‘Dünya Yerinden Oynar YÖK’ten Adam Çıksa’ sloganlarının atıldığı üniversite öğrencilerinin eylemindeydi. Seksen askeri darbesi sonrasında kurulan ve üniversiteleri baskı altına alan Yüksek Öğretim Kurumu’nun ‘öğrenciler ve üniversite öğretim üyeleri üzerinde Demokles'in Kılıcı görevi gördüğü, baskı aracı olarak kullanıldığı’ eylem sözcüleri tarafından dile getiriliyordu. Sosyalist, komünist ve onlarca farklı sol guruplardan Türk ve Kürt demokrat öğrenciler protesto eyleminin başlıca katılımcıları olarak ön saflardaydı. Ferat eylem alanında arkadaşları ile ulu bir çınar ağacının gölgesindeydi. Biraz ileride, on on beş adım ötedeki kaldırımda yanında uzun boylu, yakışıklı iki erkek arkadaşı olan Rüzgarın Güzel Kızı’na bakıyor gözünü ondan ayıramıyordu. Göz göze geldiklerinde çoğu zaman yaptığı gibi utangaçlığı sebebiyle gözlerini kaçırıyor ama hemen cesaretini topluyor ve dönüp tekrar bakıyordu. Yarım saat kadar devam eden bu mesafeli ve ısrarlı bakış eylemi ikisinin de zihnine kazınacak, böylece çeyrek asır sürecek bir fizik ötesi olaya dönüşecekti.

O büyülü anın üzerinden yıllar geçmiş, lakin yaşanan tesadüf, o platonik tanışıklığın gerçeğe dönüşmesine vesile olmuştu. İki arkadaş iş yerinde fırsat buldukça bir araya geliyor, geçmiş yılların anılarını özlemle yad ediyor, daha da fazlasını hatırlamak için sürekli hafızalarını didikliyorlardı. Bazen koyu sohbetler eşliğinde kahve içip fal baktıkları bile oluyordu. Bu satırların yazarı olarak böyle davrandıklarını tahmin ediyorum yoksa bunu kulaklarıma periler falan fısıldamış değiller. Ama ne yazık ki öyle olmadı. O tanışıklığın düğümü çözüldükten üç ay sonra Rüzgarın Güzel Kızı soğuk bir şubat gününde şehirden ayrıldı. Güneye, küçük bir kasabada yaşayan yalnız babasının yanına tayin istedi.  

Sizler de biliyorsunuz ki sözü uzatmak hala mümkün.


Ferat taşrada yaşadığı dönemde büyük ırmağın yatağında gezintiye çıkar, kimi günlerde bulduğu yassı, pürüzsüz, küçük renkli taşları cebine atar; yakın arkadaşlarına, sevdiği dostlarına armağan olarak verirdi. Vedalaşma gününde metal para büyüklüğünde turkuaz renkli bir taşı Rüzgarın Güzel Kızı’nın avucuna bıraktı.

“Bir daha karşılaşırsak birbirimizi kolay hatırlamak için” dedi.

“Yirmi dakikalık bakışma sahnesini çeyrek asır sonra bile unutmayan ben bu simayı bundan böyle hiç unutmam” diye esprisine karşılık verdi ve meşhur kahkahasını patlattı. İkisinin de gözlerine hüzün, dudaklarına ise hafiften bir gülümseme yerleşti. Vedalaşma seremonisi kısa bir an dostça sarılmaları ile son buldu.

Hikayemiz kısa olmasına rağmen sözü bilerek ve isteyerek yeterince uzattığımı, bundan keyif aldığımı ve bunu sizlere itiraf etmekten kendimi alamadığımı son söz olarak eklemem gerekiyor.