Tik tak, tik tak, tik tak. Saat beş. Büyükçe bir tahta gerek. Sıkı bir cinayet araştırması olacak. Uyku ile uyanıklık arasındaki o anın zirvesine ulaşmışken birtakım bilinmeyenlere ışık tutulabilir. Belki. Birçok şey denendi, birçok şey yazıldı. Birçok şey yazılmadan silindi. Yaratıldıktan sonra uygulanır uygulanmaz anlamını yitiren bir alfabenin kafa karışıklığı yaratmasına izin vermek istemedi. Kim?O. Ben olan o. Sen olan o. Ben olamayan o. Sen olamayan o. Onu buraya taşıyan şeyin ne olduğunu bilmiyordum. O biliyor. Ben ise onun bildiklerinin birer sanrıdan ibaret olduğunu biliyorum. Kendi diline büyük bir hızla yabacılaştığı gibi içini bulandıran düşünceden mi, duyumsamadan mı, belli olmayan şarkılarını sevmiyorsun. O da sevmiyor. Anlatmak için kendine gereken malzemeyi arıyorsun. Dizlerime yatırmak istediğim mırıldanmalarını ben de sevmiyorum, yalnızca anlıyorum. Bakışlarını karanlık bir yerde unutmuş. Ömrün boyunca bu bakışları takip edemezsin. Ben bu bakışları denizaşırı ülkelere taşıyorum. Sıcak iklimlere. Kedileri okşayan ellerin renkleri değişiyor, evlerin şekilleri. Çok uzakta, çook uzakta, bir duvar dibinde, ellerini yüzüne kapamış ağlayan bir kız çocuğunun duyduğu ses nereden geliyor, bunu arıyorum. 


Saat dört. Tuhaf bir rüyaydı. Düşlerimin bir rüya, rüyalarımın ise bir düş olduğunu, uykunun ne anlama geldiğini unuttuğumdan beri, rüya ve düş birbirine bulaştırıyorlar renklerini. Bir duvarın önünde oturmuş hikâyemi anlatıyordum. Biri pencerenin, öteki ise kapının kolunu tutuyordu. Bense tuğladan örülmüş duvarın önünde onlara hikâyemi anlatıyordum. Tek kelimelik bir hikâye olamayacağını söyledi pencerenin kolunu tutan. Tek kelimenin dünyada yaşanmış tüm hikâyeleri anlatmaya yeteceğini düşünüyordu kapının kolunu tutan. Saatlerimi alıyordu bu kelimeyi söylemek. Öyle uzundu ki sulamayı ihmal ettiğim çiçekler, yaktığım defterler, gitmediğim buluşmalar, dinlemediğim konuşmalar, uyumadığım uykular, içmediğim ilaçlar, bakmadığım yıldızlar, bunların hepsi odaya birikmişti. Hepsini tanıyordum. Ben bu hikâyeyi anlatmak istiyorum. Burada, bu duvarın dibinde. Henüz bitmedi. Ne zaman başlamıştım, onu da hatırlamıyorum. Kolları ağrımış kapının kolunu tutmaktan. Hayır, henüz hikâyem bitmedi. Sondan eklemeli bu dilin anlamları anlamlara dönüştürme yetisine dayanarak değiştirebilirim sonunu. Hikâye kendini yazacak, yazıyor, yüzyıllardır yazdığı gibi. Benim yüzyıllarım. Soluğum tükeniyordu ki derin bir nefes aldım. Uyandım.


Saat üç. Masanın başına oturdum. Zihnim ellerimden akıyordu. Bir kâğıt kalem iyi gelir olsa gerek düşüncesiyle yazmaya başladım. Kelimeler bir resme dönüşüyordu. Ellerini yüzüne kapatmış, oturan bir kız çocuğu. Arkasında bir duvar. Uzaması, genişlemesi gereken bir duvar. Kâğıt gereksinimi duydum. Yazılmış, çizilmiş ya da temiz olan ne kadar kâğıt varsa birbirine ekledim. Duvar büyüdükçe kız çocuğu küçülüyordu. Yazılı kâğıtlar kendi aralarında bir pencere ve boyalı kâğıtlar kendi aralarında bir kapı oluşturdular. Odamın duvarları resmin duvarlarına dönüştü. Kulaklarını kapatmıştı kız çocuğu. Kapı ve pencerenin var olmaklığına da izin vermişti aynı zamanda. Çizdiğim bu büyük resmi izlerken birçok insan figürünün de oluştuğunu fark ettim. Hepsi kız çocuğuna yönelik duruyordu. Hepsinin yüzü, kız çocuğunun yüzüydü. Sayılarını çıkarmaya çalışırken uyuyakaldım.  


Saat iki. Dünya üzerinde tek bir yerde bulunmak istiyorken başka tek bir yerde bulunabiliyor olmanın özgürlük olduğunu söylemek kimin haddine? Bir başkasının özgür düşüncesinde hapsolmuş düşüncelerde, hapsolmuş öteki düşünceler. Onu bu düşüncelere hapsetmiş olan ne? Geçmiş. Belki gelecek. Dünler bir önceki günlerin yarınıyken bu hikâyeyi sen yazmadın mı? Yazmadım. Kader diye bir şeyden bahsettiler. Bazı durumlarda seçim yapmanın imkansız olduğundan. Ben bu kelimeleri teker teker koca bir tahtaya yazdım. Bu kelimeler sana çok şey verdiler. Anlamına teslim olmayacaktın. Anlamına teslim olmayacaktın. Kelimeye dökülmeyecekti. Ona o türlü seslenmeyecekti. Bu kelimeler arasında olmamak herhangi bir şeyden daha mı iyi? Daha iyi. Ellerime bulaşıyorlar, yazarak kurtulacağımı sanırken yüzüme bulaşıyorlar. Ayaklarımdan akıyorlar. Yürüdüğüm her yerde o anlamsız hikâyenin izleri. Sahilleri, orman yollarını, çatıları karaya boyamak neden? Yürümek istemiyorum. Yürümek istemiyor. Yürümek… 


Saat bir. Mide bulantısının vücudunu terk etmesi için her şeyi yapabilir. Daha önce yaşanmamış bir bulantı. Mideden beyne yayılan, mideden ellere, mideden kollara. Düşüncelere, geçmişe, gelemeyeceğe. İçinde çıkmak için can atan bir şey.Ayna, iyi fikir. Nasıl olduğumu sorar. İyi değilim, derim. Uzaktan bakınca her şeye çözüm üretmek ne mümkün. Gözlerimde parladı. Gözlerimde parladı, kız çocuğu. Gözümden aktı, gözyaşının sıcaklığını hissettim. Karaya vurmuş gibi yatıyor şimdi karşımda. Geçmişten gelen bir yabancı. Bırak, kaç. Hep yaptığın gibi. Orada kalsın. 

Gece yarısı. Zaman yolculuğu. Ağırlanacak misafirler. Zihnimin içinde taşıdığım herkes. Bu gece iğnelemeyin beni parmak uçlarımdan. Bu gece yavaşlatmayın saliseyi, saniyeyi. Gece yarısı,


00.00. Sıfır, hiç. Ne ben, ne siz. Hepimiz. Hiç.