Uykulu, sıcak ve baygın güneşin altında uzunca yürümüştü. Yakası terden nemlenmiş, ensesindeki tüyler derisine batmıştı. Kaşesini çıkarmayı düşünse de vazgeçmişti, terden lekelenmiş sırtını kimse görsün istemiyordu.

           Saatine baktı sonra… Güneş önce gümüşsü kadrandan sekip gözünü aldı. Yelkovanı göremiyordu, elini saate siper ederek iyice baktı, herkesten çeyrek saat önce gelecekti. “Geç gelmekten iyidir, hiç değilse kimseden laf duymayız” diye düşündü.

           Aklında izlediği son filmin şehri vardı: Milano… İnceliğin, sivriliğin ve esnekliğin yayın çapında büyüdüğü; takların, kümbetlerin görkemli şehri… “Orada yaşamak başka olur elbette canım” diye düşünüyordu. Tam olarak neyin düzeldiğini bilmediği bir eğriliğe ön seziydi onunkisi.

           Adımlarını sıklaştırdı. “Nizam vardır hiç değilse Milano’da, kaldırımları böyle yeni değildir herhalde. Hem yeni olsa ne fayda, eğri büğrü döşüyorlar şunları. Ayağım takılmasın diye atlayarak gitmek zorundayız. Şuna bak!” diye hayıflandı. Siyah taşların üstüne değmemeye çalışıyor, bir yandan hızlanıyor, kendisini izleyen biri var mı diye etrafı kolaçan etmeye çalışıyor, ensesindeki tüylerse hala batmaya devam ediyordu.

            Nihayet varmıştı. Ayağının altı kaynıyordu. Kapının önündeki merdivenleri indikten sonra içeri girdi. İçeri girer girmez ferahlıkla karşı karşıya kaldı. Bu gepgeniş salonda ilk önce kolonlar göze çarpıyordu. Pek çok kolonun odalaştırdığı masaların yanı sıra iki büyük kolon önemli duruyordu. Sütun görünümlü iki büyük kolonun arasında resepsiyon masası oldukça modern duruyordu. Yüzü kapıya dönük ahşapsı küpeştelerin üstünde belirli belirsiz sarmaşıklar duruyor, bu sarmaşıklar merdiven trabzanlarından aşağıya doğru dökülüyordu. Bunlardan sonra bir şey dikkatini çekti: cam kenarı masada bulunan vazo…

           Vazonun içinde -saçılmış halinden ihtimal verdiği- kasımpatı duruyordu. Fakat onun dikkatini çeken vazoydu. Her zaman gördüğü saydam, parlak vazolar gibi değildi. Boğum boğum işlenmiş, sert fakat estetik, içli fakat parlaktı. Derhal o masaya oturmaya karar verdi.

           Yavaş yavaş ceketini çıkardı, bankın dirsekliğine bıraktı. Turunç gün ışığı cam masanın üstünde ilahi bir emir gibi parlıyordu. Önce masanın parlaklığından dolayı sıkıldı fakat memnundu, vazo onu rahatlatıyordu.

           Vazoya elini uzatırken peşi sıra arkasından Arif ve Arzu geldi. Onları içtenlikle olmasa da olağanca karşıladı. Hal hatır bir protokol gibi sorulduktan sonra Arif ve Arzu arasında sohbet koyulaştı. Çıkan son şarkının müziği kötü diyordu Arzu, Arif ise sözlerine odaklanması gerektiğini telkin ediyordu.

           Şarkıyı biraz olsun içinden mırıldansa da Arif’e hak vermeyi uygun görmüştü. Pek az sohbete dahil oluyor, çoğunlukla vazoyu seyrediyordu. Bir an dizinin üstünde duran kağıdı fark etti. Hızla kağıdı kaldırıp dizine baktı. Harfler krem rengi pantolonuna geçmemişti. Sonra kağıda baktı, adisyon kağıdıydı.  Ücret kısmında “beşyüzellialtı TL” yazıyordu. “Ne ara?” der gibi baktı Arzu’ya. Kimse yoktu.

           Vazoyu ilk gördüğü andaydı hala. Sanki büyülenmişti. Resepsiyona geldi, önce çatlaşan bir sesle:

-Merhaba.

-Merhaba, buyurun?...

-Daire 3 için bir rezervasyonumuz vardı. Onu…

-Evet, bakayım. İsminiz neydi efendim?

- Attila

-Atilla Bey, kimliğinizi alabilir miyim?

-Elbette.

-Bakıyorum…

“-Atilla değil, Attila” dedi bozulmuş bir sesle. “ne var sanki bir t daha söylemekte? Vurgalamıyorum sanki” diye söylendi.

“-Affedersiniz” dedi kadın çok da aldırmayan tonla, devam etti:

-Evet, daire 3’e saat 14 için bir oda adınıza rezerve edilmiş gözüküyor. Yalnız önce ücreti almam gerekecek.

“-Tabii, ne kadardı?” diye sordu Attila. Resepsiyonist kadın kayıtsızca devam ederek:

“-Burayı imzaladıktan sonra alayım” dedi.

           Kağıda baktığında şaşıran Attila hayretler içerisindeydi. Birkaç formalite sözleşme maddesinden sonra ““beşyüzellialtı TL” yazısını okudu.

           Saatine baktı hızlıca. Parlıyordu.