Zamanı düşündüğünde kendini gören birini tanıdım, zamanın önemi yok. Zamanın biri idi işte, bir de zamanın biriydi o...
"Kimseyi umursamaz, kimseden emir almaz; çalışma saatlerini kendi belirleyen, pos bıyıklı, suratsız, boş vermişliği dişlerinin sarısından belli, göbekli biri." Kendi kelimeleriyle, o, böyle olduğunu sandığı biriydi. Bu şekilde anlatınca kendini sadeleştirmiş olduğunu sanırdı. Öylece de yaşardı hayatını. Sayılarla arası yoktu hayatta. Ona göre hayat sene saymazdı ki, o saysın! Hayatın saydığı tek şey ne kadar yara açtığıydı. Açtığı yaralar kurumazdı, akan kan hayatın imzasıydı ve umursamazdı arka sayfaya geçip geçmediğini... Hiçbir beklentisi yoktu. Çok hayali vardı ama sanıyorum bütün enerjisini sürekli çay demlemeye harcadığından, o hayalleri gerçekleştirmeye pek mecali kalmıyordu. Her sonun bir başlangıç olduğunu bilmezdi sonra. O sonlarıyla yaşardı hep. Tüm o sonlardan geriye, tonlarca mürekkep yutmuş kâğıt kalırdı. Kimisi kaybolur giderdi, kimisi özenle yapılmış bir ajandanın içinde yerini alırdı. Bir ben okudum onun yazılarını zaten, bir de kendi... Sanatıyla böyle taçlandırıyordu demek ki hayallerini.
Gövde gösterisi içinde gülümseyen dudakları vardı. Kimse sorgu sual etmesin; mutluyum, iyiyim diye geçirdiğine eminim içinden; merak etmeyin, hadi devam edin siz yaşamaya. Oysa bilirdim aslında, kederle kıvrılırdı onun dudakları, yine de sormazdım ya neyi olduğunu. Sabah yeliydi onun kederinin adı. Sabah yeli ağlatırdı onu çoğu zaman. Ama sessizce... Çıt çıkarmadan ağlardı o. Gözlerine ufacık baksanız anlardınız zaten. Baktırmazdı ama. Zaten ne zaman görsem gözleri ya bir kitap sayfasında ya yerde ya da bir camda olurdu. Kitaba bakarken çatılırdı kaşları. Yere ifadesizce bakardı. Cama bakarken tanımını bilmediğim bir şekilde bakardı ama, sanki orada ona bakan biri vardı, o da ona bakardı. Kim var orada diye sormadım ona hiçbir zaman. Yine sabah yeliydi çünkü o bakan. Şimdi düşünüyorum da cama bakışı sanki aşk gibiymiş. Bana öyle geliyor ki aşk tanımsızlığın bir ifadesiydi... Hülasa öyle bakardı cama işte.
Bir de bir kalbi vardı, odundan mı sanırdı, granitten mi bilmem ama o öyle sanadursun; yumuşacıktı onun kalbi, bilirdim. Hiç istemezdi o yumuşaklığı ama. Görmezden gelirdi hep, kontrollüce yaşamak derdi buna da. Bunun adı kontrollüce yaşamak değildi bence, bunun adı, "Bu kadar savurduğun yeter." idi. "Bu kadar savurduğun yeter beni, şimdi birkaç ağırlık takacağım kalbime ve bir daha savuramayacaksın beni, sabah yeli." Birkaç ağırlık takardı sonra kalbine, bir de birkaç örtü geçirirdi üstüne yetmezmiş gibi. Kimse savuramasın hatta kimse dokunamasın diye. Kendi bile kimse olurdu kimi zaman kendisine. Öyle biriydi o, severken kendini, canını acıtırdı...
Çünkü "o" gitmişti. O gidince duruşum bozuldu, demişti bir gün. "O gidince bir rüzgâr esti, gözümün içine doğru, kaçmak istedim. Ne tarafa dönsem yüzümü, o da oraya döndü. Bakışım bozuldu. Çömelip bir duvar dibine, gidenin ardından, içimden bir hüngürdeme koptu. Sonra ağlayışım bozuldu. Elimi sallayamadığımdan hoşça kal diye başımı eğdim, omuzlarımı düşürdüm. Duruşum bozuldu. Ama giden bilmesin."
Merak etme dedim ben de, gidenler hiçbir şeyi bilmezler. "Giden de yalnızca imzasını atar kalanın üstüne ve tabii ki umursamaz arka sayfaya geçip geçmediğini. Kalan ise bunu neden yapar bilmem ama gidenin imzasını taşır hep arka sayfaya. Bir giden daha ekler böylece kendine. Kalan yalnızlığı da yadırgar, yatağın sağında uyuyanı da. Gelen de kalmaz böylece. Uyku bile alır başını gider, evin cereyandan soğuyan yatak odasında... Giden hiçbir şeyi bilmez, sen merak etme."
Ah öyle işte saygın giden! Diyorum ki, keşke hiç tanış olmasaydık seninle.