Sabahattin Ali, Orhan Saik Gökyay, Pertev Naili Boran ve Nihal Atsız, Istanbul'daki Yüksek Muallim Okulu'nda aynı yatakhanede kalan dostturlar. Atsız, Ali'nin öykülerini "Atsız Mecmuası"nda yayınlamıştır. Sabahattin Ali ile Nihal Atsız'ın yolları ayrılır. Sabahattin Ali solcu, Atsız da milliyetçidir. Sabahattin Ali, milliyetçileri konu alan "İçimizdeki Şeytan" romanını yazmış, iki eski dost, Atsız ve Ali bu romanın yayınlanmasından sonra birbirlerine iyice düşman olmuşlardır. Kılıçlar çekilmiştir.


Atsız, "İçimizdeki Şeytan" romanına karşı "İçimizdeki Şeytanlar" başlıklı bir broşür ile Sabahattin Ali'ye karşılık vermiş; broşür okurlarıyla buluştuğunda tarih 1940 yılını göstermektedir. Atsız'a göre Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan adlı romanı ile Türkçüleri kötü göstermeye yeltenmiştir. İçimizdeki Şeytan romanının kahramanları Prof. Mükrimin Halil, Yazar Peyami Safa ve Prof. Zeki Velidi'dir. Atsız da, içimizdeki Şeytanlar adlı broşürde Sabahattin Ali'nin Rum kökenli olduğunu ileri sürmüş ve şu sözlerle kendisine saldırmıştır: "Kirye Sabahattinaki! Yahut, fikirlerine ve irfanına göre yoldaş Sabahattin Aliyef! Sen, kanı bozuk Oflu Rum dönmesi ve Marks' in fikr-i veledi!" Nihal Atsız bu broşüründe Sabahattin Ali'nin Atatürk'e hakaretten mahkum olduğunu da anlatır. Atsız'ın kendisi ve Atatürk ve çevresini eleştiren "Dalkavuklar Gecesi" adlı bir kitap yayınlayacak ve ileride açılan Sabahattin Ali ile Nihal Atsız arasındaki hakaret davasının avukatı Hamit Şevket Ince, bu romanı okuduktan sonra Atsız'ın avukatlığından çekilecektir. Bu gelişmelerin ardından Atsız bir yazı daha kaleme alacak ve Sabahattin Ali'yi düelloya çağıracaktır. Satırlar şöyledir:


"Biz Türklerle siz komünistlerin, fikir sahasında anlaşmamıza imkân olmadığı için, toplu bir halde, yumruklarımızın hakkını vererek çarpışmamız pek hoş olurdu. Çünkü fikirlerin halledemediği davaları kan halleder. Gerçi komünistler bu yiğitliği gösteremez. Fakat benim sana gayet samimi ve erkekçe bir teklifim var. Sen yedek subay olduğun için süngü kullanmasını bilmiş olman icap eder. Bu davayı kökünden halledebilmek için benimle, şehirlerden çok uzak bir yerde, süngü veya kılıçla bir ölüm-dirim çarpışmasını göze alacak kadar yüreğin var mı? Biz, birbirimize ölümüne kadar düşmanlık edecek olan iki zümreyiz. Fikir savaşından bir sonuç çıkmadığını biliyorsun. Herhalde senin de istediğin gibi bir şeyler yapmalıyız. Türk gençliğini, roman ve hikaye ile zehirlemene engel olmak için sana bu teklifi yapıyorum. Fikir sahasında bizimle boy ölçüşemezsiniz, fakat gizlice bazı kimseleri kandırabilirsiniz. Bunun da önüne geçmek için sana en şerefli silahlardan biriyle, ikimizden biri ortadan kalkıncaya dek vuruşmayı teklif ediyorum. Bilmem bu şerefi de tepecek misin?"


Atsız'ın bu yazıyı kaleme aldığı broşürün tarihi 19 Temmuz 1940'tır. Böyle bir düello olmadı tabii. Bu düellonun yerine kalem düelloları yaşandı. Sabahattin Ali'nin kızı Filiz Ali, Cumhuriyet Gazetesi'nde müzik yazıları yazarken, Nihal Atsız'ın büyük oğlu Yağmur Atsız da yine Cumhuriyet Gazetesi'nin Köln muhabirliğini yaptı. İşin ilginç tarafı ise, solcuları (komünistleri) hiç sevmemiş ve onların en önemli yazarını silahlı düelloya davet edecek noktaya gelmiş Nihal Atsız'ın oğlu Yağmur'un, yaşamının sonuna kadar bir solcu olarak kalmasıdır. Türkçü babanın solcu oğlu... Bu, ülke siyasetinin o dönemler görebildiği en tuhaf yazgıdır. Bu yazgıya kahreden Nihal Atsız, umudunu yitirmediğinin göstergesi olarak, bir gün oğlu Yağmur'a şu şiiri yazmıştır:


"Atsız oğlu Yağmur denen bu yağız çeri

Atılarak hepinizden daha ileri

Güldürecek babasının yanık ruhunu

Ruh ve yüksek sağırları anlamaz bunu." 


Türkçülük Günü olarak “kutlanan” gün, bir yanıyla Sabahattin Ali’ye yönelik hedef gösteren açıklamalar, iftiralar ve hakaretlerle dolu bir tarihsel zeminde doğdu. Bu öyle bir süreçti ki, Sabahattin Ali’nin katline varan yolda, kara bir kilometre taşı döşeniyordu…


1944 yılı baharı çok önemli bir davaya sahne oluyordu. Davanın konusu Nihal Atsız’ın, Sabahattin Ali hakkında kullandığı ifadelerdi. Sabahattin Ali, kendisine yönelik saldırı ve hedef göstermeleri akıl almaz boyutlara ulaşan Atsız’ı mahkemeye vermişti. Atsız ise rahattı. Zira “Türkçü” olduğunu açıklamış Başbakan Şükrü Saracoğlu ve o güne kadar tüm faaliyetlerine ya destek vermiş ya da en azından göz yummuş bir iktidar varken bu davanın “siyasi” olduğunu hatırlatıp kurtulacağını düşünüyordu. Ancak farkında olmadığı bir şey vardı; dünyadaki siyasi ve askeri gelişmeler nedeniyle hava dönüyordu…




ŞÜKRÜ SARACOĞLU’NUN ‘KAN MESELESİ’


II. Dünya Savaşı’nın etkileri kuşkusuz Türkiye’yi de vurmuştu. Öyle ki, faşist hareketin Avrupa’da yükselişi, Türkiye’deki ırkçıları da harekete geçirmişti. İktidar uyguladığı denge politikası nedeniyle bazen açık, bazen üstü kapalı şekilde bu hareketlere destek veriyordu.


Mesela Dönemin Başbakanı Şükrü Saracoğlu 1942’de Mecliste yaptığı konuşmada, “Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal (en az) o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir.” demişti.


Sabahattin Ali ise o yıllarda bir yandan yazmayı sürdürürken bir yandan da ortaokullarda ve devlet konservatuvarında öğretmenlik yapıyordu. Hasan Âli Yücel’in Milli Eğitim Bakanı olması, Sabahattin Ali gibi sol görüşlü aydınların devlet kadrolarında görev yapmasını sınırlı da olsa sağlıyordu. Ancak Türkçüler, solcuları, sosyalistleri apaçık hedef göstermeye başlamıştı.






NİHAL ATSIZ’IN KÜFÜR MEKTUPLARI

Her şey 20 Şubat 1944 Pazar günü, Nihal Atsız’ın Başbakan Saracoğlu’ya yazdığı ve Orkun dergisinde yayımladığı açık mektupla başladı. Mecliste Türkçü olduğunu ifade eden, bunun “kan meselesi” olduğunu söyleyen Saracoğlu, bu açık mektubun muhatabıydı. Nihal Atsız kin dolu mektubunda bazı öğretmenleri, öğrencileri vs. hedef gösterdi, adeta jurnalledi. Atsız bununla da yetinmedi, 21 Mart 1944’te ikinci bir açık mektup yazdı:


“Bunlar (Sosyalistleri kastediyor) vatan düşmanlarına karşı pek kayıtsız davranan Maarif Vekâleti’nin (Milli Eğitim Bakanlığı) gafletinden faydalanarak mühim yerlere geçmişler ve oradan zehirlerini saçmaya başlamışlardır.”


Ve mektupta konu Sabahattin Ali’ye geliyordu:


“(…) Sabahaddin Ali, bugün kültür işlerinin mühim bir mevkiinde, Maarif Vekili Hasan Âli’nin şahsi sempatisi sayesinde, batırmak istediği Türk milletinin parasıyla rahatça yaşamaktadır.”


Atsız; Pertev Naili Boratav, Sadrettin Celal gibi hocaları da hedef aldığı yazısında, “Mevcut kanunlar kâfi değilse bu bozguncular ocağının kökünü kurutmak için yeni kanunlar yapınız.” diyordu. Tüm bunları yaparken gericiliğin olmazsa olmazı cinsiyetçi ifadeler de kullanıyor ve akla zarar örnekler veriyordu:



“Tövbekâr olmuş bir fahişe, artık namuslu sayıldığı halde, nasıl namuslu ailelerin harimine alınmazsa, eski düşüncelerinden dönmüş olan komünistlerin de devlet harimine alınmamaları gerekir.”


Nihal Atsız’ın küfür mektubu böyle sürüp gidiyordu. Sabahattin Ali ise harekete geçmeye karar verdi.



SABAHATTİN ALİ’YE SALDIRIP KİTAPLARINI YAKTILAR


Sabahattin Ali, Nihal Atsız’a hakaret davası açtı. Sabahattin Ali’yi dava açmaya ikna edenlerden birinin bizzat Hasan Âli Yücel olduğu söylendi. Üstelik Sabahattin Ali’nin avukatlığını, CHP’nin gazetesi Ulus’un hukuk müşaviri yapacaktı.


Dava 26 Nisan 1944’te Ankara’da görülmeye başlandı. Duruşma için iki gün önce Ankara’ya gelen Atsız’ı kalabalık bir grup karşıladı. Aynı kalabalık, mahkeme salonunda da vardı.


Duruşma esnasında gerilim hiç düşmedi. Sabahattin Ali, “vatan haini” ifadesinin insana yapılabilecek en ağır hakaret olduğunu, bu hakaret nedeniyle halkın ona düşman olabileceğini söyledi. Salonda kışkırtıcı bir hava hakimdi, milliyetçi öğrenciler Sabahattin Ali’nin sözünü slogan ve alkışlarla kesmeye çalışıyordu. Hatta Osman Saffet Serdengeçti adlı öğrenci Sabahattin Ali’ye saldırdı. Bu saldırgan ilerleyen yıllarda Adalet Partisinden milletvekili olacaktı… Karmaşa içinde duruşmaya iki kez ara verildi, sonra da mahkeme davayı 3 Mayıs’a erteledi. İşte sağcıların yıllardır andığı gün, 3 Mayıs 1944’te yaşananlardan sonra belirlenmişti.



3 Mayıs’taki ikinci duruşmaya polis sağcıları almayınca, sağcılar adliye önünde eylem yapmaya kalktılar. Sonra eylemlerini Ulus Meydanı’nda sürdürdüler.


Ayşe Hür, “Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan ve Turancılar Davası” yazısında eylemcilerin “Kahrolsun komünistler” , “Kahrolsun Moskova uşakları”, “Çok yaşa Başbuğ!”, “Çok yaşa milliyetçi Türkiye!” sloganları atarak yürüdüğünü, vurup kırarak etrafa sataştıklarını ve sonunda Sabahattin Ali kitaplarını yaktıklarını aktarmıştı.


Hikmet Çiçek’e göre, göstericiler o gün Başbakan Şükrü Saracoğlu’yla görüşmek istedi, talepleri reddedildi; polis ise olayları şiddetle bastırdı. Gözaltı sayısı ise 165’i buldu. Kolu kırılan, yaralanan pek çok gösterici oldu.


9 Mayıs’taki dava sonucunda mahkeme Atsız’a dört ay hapis, yüz lira para cezası verdi. Hapis cezası ertelendi. Ancak kısa süre sonra Irkçılık-Turancılık davasından cezaevine girecekti.


Fakat ırkçıların ve antikomünistlerin bir bölümü tutuklu bulunsa dahi Sabahattin Ali için kurdukları tuzakta saatler işliyordu. Sabahattin Ali durumun farkındaydı ve kurtulmanın yollarını aramaya koyuldu. Ancak ırkçıların çektiği pim hapiste olsa bile, bomba dışarıdaydı ve hedef göstermelerin, karanlık planların tahribatı, Nihal Atsız’ın küfür mektuplarından 4 yıl sonra nihai etkisini gösterecek, Sabahattin Ali, yurt dışına kaçarken öldürülecekti…