Sabahın hafifliğinde, sessizce düşen sen arzusu çoktan karıştı yaprakların arasına. Kimbilir rüzgarlar nereye taşıdı onu. Hangi ayakların altında ezildi ya da. Asla bilemeyeceğim. Bulamayacağımı bildiğimden aramayacağım da.
Her şey sapsarı bir düzlükte, pembeye çalan göğün altında kendiliğinden oldu. Üstelik yüzümde ve ellerimde de biraz pembe.
Dağlarla çevrili bu geniş düzlükte, tek başıma dikiliyordum, ışık ince bir tül perdenin ardından süzülürcesine naif. Sarıya çalan bir düzlük. Nefes alıyordum. Avuçlarımda, alnımda, yanaklarımda, boynumda gezinen esintiyi takip ediyordum. Ayaklarımın altında toprak yumuşak, adımlarımı hafifletiyordu.
Ve düştü öylece ağırlığıyla.
Uzun bir zaman sonra yüzümde kendiliğinden bir gülümseme belirtmişti,
-Anlıyorum, hoşçakal
dediğimde.
Vazgeçtiğimden değildi, anlıyorumdan başka bir söze gerek kalmayacak kadar dürüst olduğundandı. Üstelik sayamadığım defa istemiştim bunu senden.
İşte tam o düzlükte, o gülümseme daha da uzun süre orada kaldı. Eve döndüm. Gölgeler keskinleşmeye başlamış, sesler ve kokular çoğalmıştı. Bahçe kapısından girişe yürüdüm. Düşündüm ki sevmek bir seçmeler bütünü. O seçimi yapmamak yani vaz geçmek ise bir defa.
Şimdi, kendime sadece kendime bir kahve yaptım. Kahvenin kokusu her zaman tadından daha iyi.
Elimden düşüp giden, tutmaktan vaz geçtiğim şeyi düşündüm. Seçtiklerimi. Seçmediklerini. Seçimler insanın kim olduğu ile ilgilidir diye düşünürdüm. Anlıyorum seçmedikleri de kim olduğunun öteki yarısıydı.
Çekip gitmeyi seçmedim, ve sen:
-İşimi kolaylaştırmıyorsun,
demiştin. Bense dürüstlüğünün, gerçeğin peşinden koştuğumu sanmıştım.
Şimdi ise bilmiyorum. Bilmeyi umursamıyorum.
Sabahlar yeni başlangıçlarla anılır ya, bu sabah elimde kahvem ile bir tek ben, salonun uzun ince camlarından biten bir şeye bakıyorum. Ne bir pembelik kaldı, ne de senden bir şey. Sadece uçuşan yapraklar, dağlardan yavaş yavaş kalkan sis, kahvenin sıcak hissi.
Birazdan yol. Sadece ben gideceğim.