Sabırhane Kahyası ne anlatıyor?


Daha önce bu platform üzerinden 14 bölüm olmak üzere paylaştığım bu roman yüksek dozda psikolojik enstantaneler içermektedir. İnsanın daha doğrusu duyguları ve zihni olan yaratıkların iç dünyasına savunmasız şekilde saldıran bir bakış açısı ile kaleme aldığım bu eserde insanlığın daha doğrusu yaratıklığın her halini açıkça görmekteyiz. Çeşitli hapishanelerde ıslah olmayan bir avuç suçlunun yaptıklarının bedelini ödemek için okyanusun ortasında inşa edilmiş ve yaklaşık iki milenyum yaşında bir kalede tutuldukları bir kader üzerine yazılan bu roman, herkesi birer "Sabir" gibi hissettirecektir. Keyifli okumalar.



Uzunca bir köprüden yürüyordu Derviş. Ara sıra yalpalayarak ayakta durmaya çalışıyor, köprünün kalın ve pütürlü halatlarına tutunarak sürekli arkasına ve arada bir etrafına bakıp, metin bakışlar takınıyordu. Gittiği yoldan geri dönmesin diye ardında bekleyen mızraklı askerler gözden kaybolmuştu. Zifiri karanlığın karnını yırtan ışıklar görünmeye başladı gözlerine. Büyükçe bir kale, köprünün ortasına vardığında artık iyice seçiliyordu. Belki de gece olduğundan dolayı duvarları kapkara görünüyordu. Oysa burada geçireceği ilk gecesinden sonra sabah voltası vaktinde bu duvarların gerçekten de simsiyah taşlardan örüldüğünü görecekti. Kaleye oldukça yakındı artık. Yüzündeki metin duruş daha da metinleşti. Ara sıra şiddeti yükselen fırtına kavuğunu uçurmasın diye bir eliyle sürekli başını yokluyordu. Kaleye yaklaştıkça fırtınaların şiddetiyle temkini aynı oranda artıyordu. Cübbesi ardında uçuşmasın diye düğmelerini iliklemiş bir de aynı cübbesinin renginde siyah bir kuşak ile iki tur bağlamıştı Derviş. Şimdi arkasına baktığında yalnızca sonsuz bir karanlık ve bu karanlığı büyülü bir şekilde delip geçen ve dalgalardan sebep aşağı yukarı dans eden köprüyü görüyordu. Sabırhane’nin kapısına vardığında bir eli kavuğunu tutmadan edemiyordu. Fırtına aynı şiddette ve acımasızca esiyor, cübbesinin eteğini ardında bırakarak Dervişin çirkin bacaklarını gün yüzüne çıkarıyordu. Sabırhane oyuklarından sızan ışıklara dikkatle baktı. İçeriden ışık dışında hiçbir şey görünmüyordu. Küçüklü büyüklü tüm oyukları etrafı çivilerle kuşatılmış, yetişkin bir insan kolu kadar kalın demir korkuluklar süslüyordu. Derviş hâlâ metanetini bozmamıştı. Gördüğü hiçbir şeyden etkilenmemiş halde sadece uçmasın diye kavuğunu tutuyor, diğer eliyle de arada bir bacaklarına rüzgar vurmasın diye cübbesinin eteğini düzeltiyordu. Sabırhane kapısının önünde durduğunda sağında, yere ters ve açık şekilde çakılmış bir şemsiye gördü. Tutma kolunun küçük bir parçası kırık ve kumaşında belli belirsiz delikler seçiliyordu. Dibinde bir avuç kadar su birikmiş ve içinde onlarca iribaşa ev sahipliği ediyordu bu şemsiye. Derviş okuduğu onca fıkıh ve ilim kitaplarına rağmen buradaki amacı, hangi dine hizmet edilidiğini, hangi bilimin deneyi olduğunu anlayamıyordu. 


Uzunca bir at kişnemesi dikkatini sol tarafa yöneltti. Bu fırtınalı denizin yahut okyanusun ortasında, dalgaların ara sıra metrelerce yükselip Sabırhane kıyılarına vurduğu bu yerde, günahsız bir hayvanın neden dışarıda ve etrafının çivili demir parmaklıklarla örtündüğünü de anlamamıştı. Bu heybetli ata yaklaştığında gövdesindeki belli belirsiz seçilen süzülmüş kan izlerini dikkatini çekti . Sırtında, karnında ve kıçında onlarca yara içinde Dervişten de metin duruyordu bu at. Derviş ata iyice yaklaştı ancak şahlanan atın bundan rahatsız olduğunu düşünerek hemen geri çekildi. Kavuğu başından çıkacak gibi olmuştu eğer son anda tutmasaydı. 


“Bu taraftan” 


 Kapıdan gelen sese doğru bakınca kendisi gibi cübbe ve kavuk giymiş orta yaşlı masum duran bir adamı gördü. Bu adam Dervişin aksine beyaz bir cübbe ve kavuktan ziyade başına tam oturan bir takke giymişti. 


“Esselamu aleyküm ve rahmetullahi ve berakatühü.” 


“Adım, Kâhya.” Diye, karşılık verdi masum duran adam. 


Derviş, verdiği selamın karşılıksız kalmasından sebep dudaklarının ucuyla kendi verdiği selamı sessizce geri aldı. 


“Ve aleyküm selam ve rahmetullahi ve berakatühü”


Kâhya, Dervişe "peşimden gel" edasıyla başını salladı. Titrek mum ışıklarıyla belli belirsiz yüzünden neredeyse güzellik akıyordu Kâhyanın. Oldukça eski, ahşap bir kapıyla yan yana duran Kahya, buraya ait gibi görünmüyordu bu güzelliğiyle. Henüz kırışmamış yüzüyle, buruşmaya başlamamış elleriyle, ve hırıltılaşmamış sesiyle, Kahyanın hayatının baharında olduğu kesindi. Böylesine köhne bir harabede, karanlığın dünyaya bu kaleden yayıldığı böylesine korkunç bir mecrada, bu kadar güzel kalabilmesine Derviş şaşırmış; ancak vakur duruşunda bu şaşkınlığı belli olmamıştı. 


Kapı, yavaş ancak sert bir gümbürtüyle kapandı. Bu gümbürtüyü takip eden şıngırtılarla Dervişin dikkati, arkasına dönüp tekrar kapıya saldırmıştı. Kabzalarından ince bir zincirle kapıya asılmış şemşirler, gürzler, bozdoğanlar, çelik arbalet okları ve boş poiler birbirlerine çarparak yükseltmişti bu şıngırtı sesini. Derviş, yine hiçbir anlam çıkaramamıştı bu tablodan. Bunların birer işkence aleti olarak kullanılabileceğini düşündü sadece. Sonuçta dehşet dolu bu maneviyat ıslahhanesinde kanun tanımayanlar için bir azap muhakkak olacaktı. Bu sebeple Derviş şemşirlerin karnına saplandığını, gürzlerin sırtına vurulduğunu, bozdoğanların başında parçalandığını, çelik arbalet oklarının göğsüne saplandığını düşünecek oldu. Yine de boş poiler için bir şey düşünemeden, yüzünden düşürmediği soğuk bakışlarını bozmadan, hayallerinde kendine reva gördüğü işkenceyi izleyerek, kedi gibi narin, fil gibi heybetli, serdengeçti bir mülazım kadar da ihtiyatlı şekilde yürüyen Kahyayı takip etti. 


Kahya, hiç oralı olmadan, çıplak ayaklarına yerdeki büyücek taşların verdiği kargacık burgacık şekillerin rahatsızlığını hissetmeden ve dengesi bir su damlası kadar da bozulmadan, sessice yürüdü. Derviş meraklı bakışlarını belli etmeden etrafına baka baka bu uzun, yüksek ve nemli avluda, yerdeki kale taşlarından sebep arada bir yalpalayarak Kahyanın peşinden gidiyordu. Duvarlardan gelen mum ışıklarına baktı. Bu tablo, işkence kapısından daha şaşırtıcı geldi Dervişe. Sanki Tanrıya yakarırcasına yahut hayata isyan edercesine ağzını kocaman açmış ve gökyüzüne doğru haykıran, gövdesi kesik kurt başlarının ağızlarından yükselen mum alevlerini gördü. İçinden bir "tövbeestağfurullah" çekti. 


Bu korkunç avluda Dervişin görebildiği yalnızca bir işkence kapısı, esrarengiz mumlar, girintili çıkıntılı zemin ve genişçe, sonu ise karanlığa çıkan bir merdivendi. Nasıl bir cehennemde olduğunu kavrayabilmek için etrafına iyice bakmaya devam ediyor, bir yandan yürümeye çalışıyordu. Avlunun tavanından yere sarkan ve yere uzaklığı iki insan boyu kadar olan, halatı ise yine merdiven gibi karanlığın içine doğru uzayan avizeyi gördü. Kristal şarap kadehlerinin içinde yanan küçüklü büyüklü köz parçaları parlıyordu bu avizenin üzerinde. Biraz daha ihtiyatlı hissetmeye çalışınca tavandan tabana vuran sıcaklık kendini belli ediyordu. Hatta şeytan işi bu zımbırtının altında durdukça daha da korkunçlaşıyor ve altında kim varsa terletmeye başlatıyordu. Derviş, gördüğü şirk tablosu karşısında muhtemelen içinden, gönlünün en derinlerinde bir yerlerden Allah'a yakarıyordu. Çünkü bu ıslak avluda daha önceki hiçbir zindanın, hiçbir işkencenin, hiçbir falakanın ve hiçbir kanuni cezanın kaos hissini tatmamıştı. Duvarlardaki kesik kurt başları ve ağızlarından yükselen kırmızımsı, sarımtırak ve arada bir maviye çalan değişken mum alevlerinin korkusu henüz gönlünden yitmemişken, tavandan sarkan bu cehennem izdüşümünü yedirememişti ödüne. Her şeyin sonu karanlık ile bağlanıyordu bu koca avluda. Duvarlardaki kesik başların ya da gökyüzünden uzanan kor toplarının ışığı aydınlatmıyordu avluyu. 


Geniş bir merdiven başına geldiklerinde Kahya, Dervişe döndü. Sanki ayaklarının altında onu döndüren bir mekanizma varmışçasına ya da fiziği yerle bir etmişçesine havaya yükselip, ilahi bir kudretin ittirmesiyle dönmüş gibiydi. Beyaz cübbesinin etekleri kımıldamamıştı bile. Cübbesinin sarkan manşetlerinden ellerini birbirine geçirerek ve sanki karşısında bağıran bir cühelaya aptal olduğunu anlatıyormuş gibi yumuşak, hissiz ve alttan alta alaycı ses tonuyla konuşmaya başladı;


"Nihayet Sabırhane'ye geldin, yıllardır bekliyorduk seni." 


Kahya, Dervişten karşılık beklercesine durdu. Dervişin herhangi bir soruya, cümleye karşılık verebilecek bir ruh hali yoktu ne yazık ki. O, şu an gördüğü bu korkunçlukları zihin ve ruh süzgecinden geçirmekle meşguldü. Kim bilir daha nelerle karşılaşacaktı, bunu düşünüyordu. Zaten suskunluk yeminini bozmaya da niyeti yoktu. Dokuz bin üç yüz otuz altı gündür konuşmuyordu. Suskunluk yemininin tek panzehiri “Esselamu aleyküm ve rahmetullahi ve berakatühü” ya da iadei selamdan ibaretti. Yirmi beş yıldır ağzını Allah sözünden başka bir şey açmıyordu Dervişin. Her ne olduysa o günden beri konuşmamış, her türlü işkenceye dahi susmuştu. Kahya, onun bu yeminini bildiği için çok beklemeden devam etti.


"Burada, dünyanın hiçbir zevki yoktur. Belirli günler dışında meyve yemeyiz, şarabımız yalnızca iflah olana yeter. Şarkı söylemek, mırıldanmak ya da kafiyeli konuşmak azap sebebidir. Bazı geceler ay, bazı gündüzler güneş yasak. Zina yasak olduğu gibi, aklından geçirmek bile bir azap sebebi olacak. Burada senin gibi günahkarlar ile birlikte kalacaksın. Günahların affedilene kadar ya da günahını kabul edene kadar Sabırhanede kalacaksın. Henüz kimsenin günahı affedilmedi ya da kimse günahını kabul etmedi. Seni konuşman için zorlamayacağız ama konuşmanı istediğimiz zamanlarda bize söyleyecek bir şeyin olmaz ise karşılığında azap çekeceksin. Günde yalnızca bir öğün yeriz. O da, çorba; ekmek ve sudan ibaret. Şimdi merdivenleri takip et. Bilmen gereken şeyler olduğunda ben her zaman buradayım."


Kahya, tüm bunları aynı alaycılıkla söylüyordu, ses tonu değişmemişti bile. Hatta vücudu kımıldamadan öylece durarak konuşmuştu. Bu tavırlardan etkilenen Derviş, kendi günahlarını hatırladı. Yüreğinde bir sızı baş verdi. Vücudu ılıklaşmış, ardından kavrulmuş, sonunda ise alevlenmiş gibi hissetti. Kahya ise hala kırağı içerisindeki yüz ifadesiyle ona bakıyor, ellerini birbirine geçirdiği manşetlerinden yavaşça ayırıyordu. 


"Güneş doğduğunda, geleceğim." Diyerek, havada süzülüyormuş gibi işkence kapısına doğru hareket etti. 


Derviş, koca avluda hem fiziken hem de ruhen yalnız kalmıştı. Kahya'nın süzülürcesine yürüyüşüne hayranlıkla bakarak karanlığa uzanan merdivenin tırabzanlarına tutundu. Yapması gerekenin merdivenlerden yukarı çıkmak ve karşısına her ne halt çıkacak ise razı gelmek olduğunu biliyordu. Öyle de yapacaktı. Dehşet avlusuna son kez baktı. Kapıya asılı işkence aletlerine, korkunç mumlara ve kor topu avizelere iyice baktı. Gördüğü hiç bir şeye anlam veremiyor sadece görüyordu. İçinden tövbeler getiriyor, keçilerinin kaçmaması için Allah'a yalvarıyordu. "Hangi kafirin işi bu kale kim bilir. Vicdani usulden nasiplenmemiş hangi beşer çizmiş de, hangi mecnun usta kurt ağızlarına şu mumları dikmiş" diyerek, içinden, sessizce sorular soruyordu kendine. 


Merdivenin ilk basamağına koydu ayağını. Kalbi titredi. Bir adım daha ve yine iyice titredi kalbi. Her adımda daha önce hissetmediği bir korku kalbini titretiyordu. Yavaşça çıktı merdivenleri. Yukarı çıktıkça karanlığın şiddeti azalıyor yahut gözü karanlığa alışıyordu. Merdivenin son basamağına çıktığında karşısında güçsüz bir ışığın küçük bir delikten süzüldüğünü gördü. Karşısındaki ışığın bir kapıdan sızdığını anladı ve yine temkinle hatta korkuyla yürüdü kapıya. Etrafına göz atıyordu yürürken ancak karanlıktan başka kayda değer hiçbir şey görünmüyordu.


Kapının önüne geldiğinde sızan ışık yok olmuştu. Bir başka kaderdaşının delikten baktığını biliyordu çünkü aynı zamanda hırıltılı nefes almaya başlayan birinin sesini duymaya başlamıştı. Yalnız olmadığı için seviniyor ancak delikten nefesi yükselen kişinin nasıl biri olduğunu düşünmesiyle birlikte zihninde oldukça fantastik caniler canlanıyordu. Karanlığa ve dev dalgalara hapsedilmiş bu taş yığınının içinde insanlıktan nasibini almış bir kimsenin olacağı meçhuldü. 


Kapıdaki küçük ışık geri geldi ve hırıltılı nefes kesildi. Derviş kapıyı vurmaya yeltendi. Çünkü geri gidecek hiçbir yeri yoktu. İki kere avucunun içiyle vurdu kapıya. İçerden, oldukça çirkin ve kalın bir ses yüksek tonda hatta bağırarak karşılık verdi. 


"Hep gece mi getirirler bu çaylakları, kahpe olasıcalar. Açılmaz bu kapı güneşe kadar, kapıda yatasıca seni. Söylemezler mi ki bu bızdıklara akşam bu kapı açılmaz diye. Çükleriniz kopsun sizin emi. Git geri sende be adam, git sabaha gelirsin anca, Kahya Efendi olmadan açılmaz bu kapı. Gözü çıkasıca Kahya efendi söylemedi de sana içeri girilmez diye dimi. Aaahh ah" 


Derviş, ne yapacağını bilemez halde bekledikten sonra kapının önüne bağdaş kurup sırtını duvara yasladı. Yorgunluğu oturduğu anda vücudunu sardı. Ne dediği anlaşılmayan fısıltılarla birlikte dudaklarında dualar kımıldatmaya başladı. Çok geçmeden sanki son nefesini veriyormuşçasına, ruhu bedeninden narin bir şekilde ayrılıyormuşçasına başı omzuna devrildi. Bu gece burada uyumaktan başka yapacak bir şeyi yoktu. Avluda ruhunu kemiren görüntüleri izleyerek uyumasına karşılık, kapının ardından nelerin, kimlerin çıkacağını bilmediği bir denklem içinde huzurla uykuya dalmıştı. 


Artık dışarıda fırtınalar dinmiş, yağmur yağmayı bırakmıştı . Sabırhane daha net görünüyordu. Kara bir denizin ortasında, karadan da kara bir kale kendini belli ediyordu. Sanki koca bir leğen siyah boya, fütursuz bir devin eliyle Sabırhane'nin tepesinden boca edilmiş ve elleriyle duvarların her yerine yedirilmiş gibiydi. Bu karartının ortasında ruh sahibi olan yaratıkların ciğerlerine bir parça nefes aldıracak tek şey; beyazlara bürünmüş ve beyaz bir kargayı iki eliyle gökyüzüne fırlatan Kahyaydı. Kahya, beyaz karganın pençesindeki sarımtırak kağıda yazılmış notu ıslanmasın diye küçük bir fanusa koymuş ve düşmesin diye de pençesine düğümlerle iyice tutturmuştu. İki kelimelik bu notun kime, nereye gideceğini bir tek Kahya, beyaz karga ve gideceği yerdeki kişi ya da kişiler biliyordu. Kahya, eşsiz güzellikteki yazısıyla adeta harflerden bir tablo çizercesine yazdığı "Derviş geldi" yazısına cevabın gelmesini bekleyecekti artık.


"Güneş vakti Derviş!" 


Kahya, ellerini cübbesinin manşetlerinden geçirmiş; başı yere eğilmeden göz ucuyla bakıyordu başucunda durduğu Dervişe. Sesi ise dün geceki sesiyle aynı tizlik ve sakinlikteydi. Nitekim bu tizlik ve sakinlik Dervişi uyandırmaya yetmişti. Ürpererek uyanan Derviş, kavuğuna ve cübbesine çekidüzen vererek yavaşça ayağa kalktı. Tavırlarına bakılırsa gece boyu kuyruk sokumunun üzerine uyuduğu izlenimi yoktu Dervişte. 


"Ay çökene dek odanın kapısı açık kalacak. Güneş tam tepedeyken avluda yemek vaktidir. Müsaade et kapıyı açayım" 


Kapının önünde durduğunu fark etmemişti, sakince yana çekildi. İçeride gördüğü manzara önceki gördüklerinden farksızdı. Kapkara duvarlar, çivili korkuluklarla kapanmış iki pencere ve odanın tam ortasında kendi yağıyla yere sabitlenmiş ve yarısına kadar erimiş bir mum vardı. Odayı iyice süzmeye çalıştığında kulağına dün gece onu cömertçe karşılayan kişinin sesi geldi.


"Kahya Efendi, bir dakika geç kaldın. Bi güneş gözü gördüğümüz var onu bile çok görürsün hep. Geceden beri bekliyoruz bu avareler, karnımda davul çalıyor. Şimşek çakasıca bastonum nerde be" 


Kahya, usulca kapıdan içeri dalmadan önce Derviş’e başını sallayarak onu da peşinden içeri davet etti. Derviş elmahkum yavaşça takip etti. Odanın içinde mahkumların uyuyabilmesi yahut arada bir oturmaları için hiçbir şey yoktu. Belli aralıklarla yerleştirilmiş bir karış yüksekliğinde, bir kulaç uzunluğundaki taşlardan başka bir şey görünmüyordu. Bu taşların yastık olarak kullanıldığını anlayabilmesi için içeride uyuyan birkaç kişiyi o şekilde görmesi vesile olmuştu. Kimisi duvara yaslanmış, kimisi hala taş yastıklara uzanmaya devam ediyordu. Yerden dikenli bir bastonu kaldıran ve muhtemelen o kaba, çirkin sesin sahibi olan meçhul kişi ayakta olan tek kişiydi. Doğrulurken bir şeyler homurdanıyor bir yandan işaret parmağıyla burnunu, gözlerini ve kulaklarını kurcalıyordu. Uyanık olanlar Derviş’e dikkatle bakıyor, muhtemelen Kahyadan bir açıklama bekliyorlardı.


“Herhangi bir taşın üzerinde uyuyabilirsin.”


Sonra içeridekilere dönerek;


“Derviş Efendi artık burada kalacak Sâbirler.”


Bu kelimeyi duyunca yüreği gülümsedi Dervişin. Kendi kendine bir “Eyvallah” dedi Sâbir Derviş. Kahya devam etti;


“Suskunluk yemini vardır. Bir tek selam verir, selam alır. Başka da bir şeyini bilmeyiz."


Kahya, Dervişe başını salladı ve gitti.


Kahyanın son cümlesinden sonra gözleri açılan diğer sâbirler Derviş'i süzüyor, hangi günahların bedeli için bu cehenneme geldiğini düşünüyorlardı. Derviş ise aynı düşünceleri diğer sâbirler için düşünüyor ve ne yapacağını bilmediği için öylece durup etrafına bakıyordu. 


Odanın içi düşündüğünden daha sade ve aynı oranda sabır zorlayıcıydı. Çünkü iki pencere, bir mum, taş yastıklar ve günah ordusu dışında şey ve kimseler yoktu. Odadaki günahkarlara bakılırsa kimsenin işkence gördüğüne dair bir iz yoktu. Bu oda bir hapishane koğuşundan çok darülacezeyi andırıyordu. Sağda solda uyuklayan sâbirlerin perperişan ve sıkkın tavırları, işkence kapısındaki cinayet silahlarından değil; muhtemelen dünyevi zevklerden mahrum kaldıkları içindi. Kim bilir ne halt etmişler de, hiçbir şeyin olmadığı, etrafı tuzlu su ve hiddetli dalgalara mahkum bir taş yığını içinde; işkencesiz, falakasız, zindansız bir hapis hayatı yaşıyorlardı.  


Odanın sessizliğini, Mahluk diye hitap edilen ve adının ne olduğunu kendi de hatırlamayan; öncesinde Derviş'i kapının menfezinden çatlak, kanlı, damarlı gözleri ile süzen; her ne kadar temiz olmak için yeterli imkanlara sahip değilse de üstüne başına hiç önem vermemiş; çoğu yeri yırtık ve belli belirsiz dışkı, çamur, sidik izleri taşıyan bir pantolon, bir gömlek ve bir ceket giyen; yüzünde, ellerinde ve elbiselerinin yırtık yerlerinden baş veren uçları sarı, dipleri yeşile çalan, çoğu kiraz büyüklüğünde, içleri ise; kan, irin ve enfeksiyon dolu çıbanlar olan; sol burun deliğinin, şah damarının üzerinde ve sağ kulak memesinin altında nohut tanesi kadar et beni; yüzü yaşlı bir kadını, vücudunun heybeti ise sapına kadar erkeklik yansıtan, elindeki dikenli bastonu vücudu ile birlikte ileri geri sallayan ve kendi kendini duymadığı için bağırarak konuşan ve gerçekten mahluk mahlasını sonuna kadar hak eden kişi bozdu. 


"Derviş Kardeş, bu en köşe benim, sakın ola seni burada uyuklarken yahut el çekerken falan görmeyeyim yoksa ben bu bastonla çok köpeği leşe çevirdim, seni de köteğimden sakınmam ha bilesin. Zaten bu deyyusların içinde ne işim vardı benim. Burunlarından, kulaklarından kertenkeleler fışkırsın bu itoğlu zaptiyelerin yakaladılar beni dere başında. Aptest alıyorum dedim de yine de piçin biri mızrağıyla götümü dürttü de düşüverdim derenin boklu suyuna. Hem sen zaten konuşmaz etmezmişsin, allahıma yastığıma göz dikersen ağlatırım seni bozulur yeminin, allahıma. Zaten karnım da aç. Aaah vah karnım, güzel biftekler, şaraplar var idi de burda çorbaya, ekmeğe muhtaç kaldın, ah karnım, vah karnım."


Mahluk bunları konuşurken Dervişin göz bebekleri oynuyor, sinirlerini mahmuzluyordu. "Pis derenin suyuyla abdest alınmayacağını bilmeyecek kadar beynamaz hatta zındık, bastonuyla hayvanları öldüren ve ağzı keneften beter konuşan bu mahluk ile hangi benzer günahları işledim de burada, dünyanın kuytusunda, izbeliğin kayıp karanlığında aynı cefayı, azabı çekeceğim" diye, düşündü. 


Derviş, içerdeki sâbirlere dikkatle bakınca, hepsinin üstü başı birbirinden perişan dört çocuğu gördü. Dört çocuk da tek bir taş yastığı paylaşmış; iki kızdan biri uyanık, diğer iki oğlan ise ayakta Derviş'e pür dikkat gözlerini dikmiş, sinirle bakıyorlardı. Nasıl bir cehheneme düştüğünü bir türlü anlayamıyor, gördüklerine hayırlı bir izah sunamıyordu. Çocuklar, uzun boylu, zayıf, köse, esmer ve onlardan biraz daha büyük bir çocuğun uzandığı yerde sessizce duruyor, arada bir burunlarını çekiyor, kollarıyla ise sürekli siliyorlardı. Yanlarında yatan büyük çocuğun paçasını, kollarını, ellerini sıkıca tutuyor, küçük gözlerinden tanımadıkları Derviş'e karşı ihtiyatlı, korkulu ve sinirli bakışlar savuruyorlardı. Çocuklardan biri, uyuyan büyük çocuğu dürterek Derviş'i işaret etti. Vakurla uyanan büyük oğlan kara gözleriyle Derviş'i iyice süzdükten sonra başını taş yastığa umursamadan geri koyarak çocuklara; Derviş'in anlamadığı dilde bir şeyler söyledi. Her ne söyledi ise, iki büklüm duruşlarından karınlarının aç olduğunu anlaşılan çocukların gözlerindeki asabiyet ansızın kaybolmuştu. Dervişle olan ilgilerini kaybeden çocuklar artık kendi aralarında Derviş'in anlamadığı o dille konuşuyor, hatta eğleniyorlardı. Derviş'in anlam verdiği kadarıyla büyük olan çocuk, küçük çocuklara endişelenmeleri gereken bir durum olmadığını söylediği için çocuklar rahatlamış ve ona bakmaktan vazgeçmişlerdi. 


Çocuksu ancak büyümüş bir ses "Hoş geldin" diyerek odadaki sessizliği bozdu. Yattığı yerde bağdaş kurmuş ve elindeki tahta kılıcına şövalye edasıyla yaslanmış tıknaz, koca kafalı, şaşı gözlü, minik elli bir çocuk yahut ergenlikten yeni çıkmış bir cüceden çıkmıştı bu ses. Dolgun parmaklarıyla kavradığı kılıcından gözünü ayırmıyor, arada bir Derviş'e ve etrafa bakarak gülümsüyordu. 


"Bak, yanımdaki taş boş. Gel burada kal, tanış olalım."


Derviş, daha önce onlarca savaşçı görmüş ancak hiçbirinde karşısında duran tahta kılıçlı cücenin güvenini sezmemişti. Çünkü hiçbir savaşçı, şövalye, asker, tanımadığı birini yakından tanımak istemez, aksine ondan uzak durarak çıkarımlar yapar ve makul görürse arkadaş olurdu. Derviş cücenin davetine icabet edecekti çünkü odadaki tek boş yer orasıydı. 


"Adım, Kahraman." Derken, minik elini göğsüne götürmüş başını ise hafifçe öne eğmişti. Lafını bitirir bitirmez başka bir ses daha duyuldu. Oldukça güzel bir ses, Kahraman'ın mızıkayı andıran sesini adeta kemanca bastırmıştı. 


"Yalanlar ülkesinde kahraman." Demişti, ses. Derviş sesin geldiği yöne bakarken gördüğü delikanlıyı şaşkınlıkla karşılamıştı. Yakışıklı, yapılı, boylu, estetik hatta dehşet bir görünüşü vardı. Odadaki herkesten temiz yüzü ve üstü başı ile kendinin buraya ait olmadığını kanıtlıyordu. Gözleri kapalı ve sırıtarak Kahraman'ı dinleyen kişiye Seyyar Filozof diyorlardı. Derviş yakışıklı delikanlıyı dikkatle süzerken, Kahraman homurdanıyor, kendi cengâverlik hikayelerini anlatıyordu. 


"Filozof birader, ben bu parmak kadar boyumla onca kanlı savaştan çıktım, onca gaddar kralı biçtim hatta adını bilmediğim canavarları bile kestim ama hiçbirinde senin kadar inkârcısını görmedim. Senin ülkende şövalyeleri devlet kendi eliyle seçer demek ki; beni ise Tanrı yarattı, seçmedi; o yüzden cüce bir savaşçıyı zihninde oturtamıyorsun. Hem, sana da Seyyar Filozof derler, demek ki seni kimse köyünde barındırmıyor, bu yüzden geze geze seyyar olmuşsun he?" Derken, en sonunda ise küçük bir kahkaha atmıştı Kahraman.


Yakışıklı Seyyar Filozof, gözleri kapalı ve hâlâ sırıtarak dinliyordu Kahraman'ı. İstifini bozmuyor, sanki başka bir şey düşünüyor gibiydi.


Mahluk, dikenli bastonunu Kahraman'a doğru sallayarak;


"Ulan madem onca yaratık biçtin abe bızdık, demedim mi sana şu ağıldaki atı kes de yiyelim, karnımız birkaç parça et görsün diye? Anca heyula biçersin sen sopayla, züppe seni. Ah ah olacaktı bi sedef çakım, ben o atı çoktan mideye indirirdim de, yoktu işte." 


"Kaç kere diyeceğim, büyü yaptılar bana ve kılıcıma. Bak Derviş birader, ben bu Sabırhane'ye gelmeden önce insanları büyüyle zalime dönüştüren bir şifacıyı öldürmüştüm. Kılıcım kazandaki kaynayan büyülü suya düşünce tahtaya dönüştü. Elime aldıktan sonra savaş kabiliyetlerimi yitirdim, sonra kılıcımın günden güne keskinliği, sivriliği kaybolmaya başladı. Panzehirini buldum, eğer o büyücünün zalime dönüştürdüğü Kralımız beni buraya hapsetmeseydi büyüyü bozacaktım ama yapamadım. Şimdi Kralımız büyüyün etkisinde olduğu için özgür kalmama izin vermiyor. Ama buraya gelmeden önce babama her şeyi anlattım, şimdi Kralımızın yanından ayrılmıyordur oğlum masum diye. Büyük ağabeyime de kılıcımın panzehirini söyledim; çok uzak diyarlarda yaşayan, dilinde adımın yazdığı kırmızı bir yılan. Eğer ağabeyim o yılanı bulur, üç kere adımı söyledikten sonra başını ezerse kılıcım ve ben eski gücümüze kavuşacağız ve buradan kurtulacağım."  


Kahraman, derin bir oh çekerek geriye yaslandı ve kılıcına iştahla baktı. Şaşı gözlerinden biri kılıcında, diğeri ise içeri güneş ışığını arsızca alan pencereye bakıyordu. 


Derviş, daha önce sayısız büyücü ve efsaneleşmiş savaşçı görmüş, bu yüzden Kahraman'ın hikâyesini dinledikten sonra Filozof'a katılmış ancak anlatılanlar yalan da gelmemişti. Kahraman'ın çocuksu tavırları onu ikileme düşürmüş fakat ülkesinden uzaktayken anne kuzusu bir şövalyeye birkaç gün misafir olduğunu hatırladığı için, insan öldürebilme duyarsızlığına sahip herkesin, hangi fıtrata sahip olursa olsun bir savaşçı, bir şövalye olabileceğini öngörmüştü. Hatta adının Unguibus olduğunu hatırladığı heybetli şövalyenin annesi ona kızdığı için ağladığını ve daha sonrasında yalvar yakar annesinin memesinden süt emmek istediğini, birkaç gün sonra iki ayıyı elleriyle öldürdüğünü hatırlayınca bu küçük, koca kafalı ve çocuksu cücenin de en azından kılıçla birkaç yaban domuzu öldürebileceğine inanmıştı.


Derviş, birkaç dakikalık sessizliği etrafına bakarak geçirdi. Az önce fütursuzca Kahraman'ı yalanlayan Filozof'un yanında uyuyan sararmış sakallı adamı gördü. Saçları birbirine karışmış, herkes gibi üstü başı perişan haldeydi bu adamın. Derviş adama iyice bakınca gırtlağında, biri üstte ikisi altta üç adem elması olduğunu görünce içinden "tövbeestağfurullah" çekti. Gözlerinde biriken çapaklar, kulaklarından sızan sarımsı ve kırmızımsı iltihap ve sakallarında kurumuş salyalar iyice belli oluyordu. Üzerinde çuvaldan dikilmiş, çoğu yeri yırtık bir gömlek ve şalvar; ayaklarında ise ince bir nalın giyen adam apaçık çirkin bir beşerdi. Derviş, bu adamın çirkinliğine yine bir tövbe çekmiş ve "Allah'ım sen her şeyi bilirsin, gücüne gitmesin" diye de kendini affettirmek için içinden konuşurken baktığı adam gözlerini açıp Derviş'e dikkat kesilmişti. Utancından başını çeviren Derviş adamla göz göze geldiği o kısa anda gözlerinden birinin tamamen siyah olduğunu görünce çirkinliği yüzünden dilediği affını tekrar etti. Bununla beraber çirkince yatan adam "Derviş, benim çirkinliğim elbet bir şekilde geçer, ama iman bile gönül temizlemiyor, af dilesen ne fayda?" Diye, karşılık verince, başından aşağı kaynar sular dökülmüş gibi hissetti. Az önce aklından geçirdiği şeyi dudaklarıyla söyleyip söylemediğini düşünürken adamla göz göze gelmemeye dikkat ediyordu. Yıllardır mühürlediği dudaklarını açmadığına iyice kanaat getirdikten sonra defalarca 'tövbe' çekti. Alnı terlemeye yeni başlamıştı ki adam yeniden konuşunca Derviş'in ter bezleri açılıp kapanan supaplar gibi hareket etmeye başlayarak ter damlalarını püskürtmeye başlamıştı. "Bir günaha tövbe etmek, kendini zincirlemekten başka bir şey değil. Aklına, gönlüne o küfür girdiyse her şey nafile" 


Nefesinin zedelendiğini hissetmeye başlayan Derviş; "Bu adam beni duyuyor" diye, içinden geçirmiş, adam ise; "Sadece seni değil, herkesi" diye, karşılık verdiğinde, öne eğdiği başını kaldırmadan, artık her nasıl olacaksa, hiçbir şey düşünmemeye çalışıyordu. 


Derviş zihniyle kanlı bir savaşa girince içinden Kuran-ı Kerim'i başından okumaya başladı. Bir şeyleri düşünmemeye çalışmanın imkanı yoktu. Eğer düşündüğü her şeyi duyan ulvi bir yaratık gerçek ise zihnini kimsenin merak etmeyeceği şeylerle oyalamaktan başka çaresi yoktu. Fatiha suresini bitirir bitirmez Elif Lam Mim, onu da bitirince Bakara Sûresine devam etti. Bir yandan defalarca hatim ettiği kutsal kitabı içinden okuyor bir yandan aklına hiçbir şey getirmemeye çalışıyordu. Ruhunu okuyan adam ile ilgili hiçbir şey düşünmeye fırsatı olmadan suskunluk yeminine bir de düşünce yemini eklenmişti. Derviş, çaresizdi. Diğerleri düşüncelerini okuyan bu büyülü adama karşı zihinlerini nasıl oyalıyor yahut büyülü adam insanların zihinlerinden geçen her şeyi duyarak nasıl yaşıyordu, bilinmez. 


Derviş, hatim indiriyorken odadaki bazı sâbirler ayaklanarak Sabırhanenin dışına çıkmaya hazırlanıyordu. Bastonuna dayanarak ve homurdanarak çıkan Mahluk'u Kahraman takip etti. Az önce Derviş'e kinle bakan çocuklar yanlarındaki ağabeyleri ile birlikte çıkmaya hazırlanıyorlardı. Seyyar Filozof gözlerini açtığında odada kalan diğer sâbirler de yaslandıkları duvardan ve kafalarını koydukları taşlardan doğrulmaya başlamışlardı. Derviş, başı önde Bakara Sûresine devam ederken kapıdan çıkanların ardında odada kalan ve hâlâ çıkmaya hazırlanan sâbirler vardı. 


İçlerinden en göze batanı, az önce beyaz entarisinin içinde görünmeyecek şekilde saklanan ve Afrikalı olmadığı kesin ancak vücudunun bu kadar siyah oluşunun nedeni bilinmeyen, yanmaktan küle dönmüş gibi görünen biraz daha dikkatli bakınca kulaklarının ve burnunun kökünden kesilmiş yahut doğuştan oluşmamış ancak yerleri belli olduğu; göz yuvaları ise tamamen boş, kafasında ağızdan başka hiçbir şey olmayan sözüm ona bir insana benzemeyen ancak kalbi ve düşünceleri olduğu için insan zümresine ait olan Karanlık Ruh lâkabını taktıkları bir insandı. İnce kolları entarisinin manşetlerinden sızıyor, adama kül vücudu ve duyusuz başı yetmezmiş gibi daha çok acınası bir hâl veriyordu. Derbeder sâbirlerin ona Karanlık Ruh demelerinin sebebi ise bu adam ne vakit bir beşerin omzuna elini koyup anlaşılmayan dilden dualar okusa o beşer öleceği anı zihninde gördüğündendi. Karanlık Ruh, Seyyar Filozof çok ısrarcı olduğu için onun omzuna dokunmuş ve Filozof öleceği anı gördüğü için ruhu kararmış, bir süre yemek yememiş ve odadan çıkmamıştı. Yani Karanlık Ruh'un bu kerametini sözüne en güvendikleri kişi tecrübe etmiş ve ruhunun kararmasıyla bunu tasdik etmişti. Bu yüzden sâbirler Karanlık Ruh'la ters düşüp kendi ölümlerini görmelerinden korktukları için onunla iyi anlaşıyor hatta bazen kendi yemeklerinden ona veriyor, merdivenlerden çıkarken yahut bahçede dolaşırken neredeyse olmayan kulakları duymadığı için nereye basması gerektiğini bağırarak tarif ediyorlardı


Karanlık Ruh hakkında Sabırhane'de yapılan dedikodulardan yola çıkılacak olursa kulakları, burnu ve gözleri Allah bahşı noksan değil; kıyıcı, zalim beşerler yahut bu dünyadan olmayan, büyük ihtimalle ecinni zümresine ait mistik yaratıklar tarafından edilen bir işkencenin sonucuydu. Karanlık Ruh konuşmayı pek tercih etmediği için bunu kimse bilmiyor ama neşesinin yerinde olduğu günlerde ettiği bir iki kelâm sayesinde sözüm ona zararsız bir insan olduğunu düşünüyorlar ancak yine de yanlışlıkla da olsa kendi ölümlerini gözlerinde görmekten korktukları için ona yanaşmayı pek uygun görmüyorlardı. Adını kimseye söylememiş, takılan lakâbına da aksi bir karşılık vermediği için Sabırhane Kâhyası da ona Karanlık Ruh diye seslenmekte bir kusur görmüyordu. Zaten azılı günahkârların ölümlerini bekledikleri bu hanede kimsenin adı sorulmamış, herkes isimsizce yaşıyor ve kimse eksikliğini hissetmiyordu. 


Karanlık Ruh, odada kalmayı tercih etmiş ve sanki yuvası boş gözleri görüyormuş gibi pencereden dışarı bakıyordu. Bu sırada gülümsemekten çürük dişleri açığa çıkan ve yırtık elbiselerinden vücudundaki kesikler, kırbaç ve kalın sopa izleri görünen orta yaşlı bir adam hin sesiyle “orada şu kadar dinar, şurada şu kadar altın” benzeri tasdik cümleleri söyleyerek odadan çıkmaya hazırlanıyordu. Saydığı varlık listesi bitince ellerini ovuşturmaya başlamış ancak bileğinden kesilmiş elsiz kolları birbiriyle ovuşmaya çalışırken acınır halde görünen adamın sırıttığı ağzında istif bozukluğu görünmemişti. Herkes gibi adı bilinmeyen bu adama Kabahat Önderi adını Mahkum Şair adında bir başka sâbir vermişti. Kabahat Önderi, varlıklı suçluların adalet korkusunu kullanarak onların suçlarını üstleniyor ve karşılığında kendi çapında belirlediği miktarda para yahut değerli eşya alıyordu. Kadı çocuklarının, keşişlerin, askerlerin, saray bekçilerinin suçlarını kendi yapmış yada azmettirmiş gibi göstererek onların yerine yediği falakalardan sebep ayak altlarında yıllardır geçmeyen morluklar ve siyahlıklar vardı Kabahat Önderi’nin anlattığı kadarıyla seferden dönen sadrazamın ganimetten kaçırdığı altınların yarısını almak şartıyla hırsızlığını üstlenmiş, bu yüzden sol elini kırk sekiz okka altın karşılığında feda etmişti. Sağ elini ise padişahın çocuğuna sinirinden tokat atan bir amiralden destroyer alacak kadar para vermesi yahut kendisine destroyer yaptırması karşılığında üstlenmiş ve dediğine göre amiral, hazırda o kadar parası olmadığı için destroyerin yapımına başlatmış ancak yarısına gelmeden savaştağa şehit düştüğü için Kabahat Önderi gemiyi yarım halde satmıştı. Sâbirler, kendi aralarında bu adamın tenasül uzvunun entarisinden belli olmadığını, bunu da muhtemelen bilmem hangi şehzadenin karısına bilmem hangi şeyhülislamın oğlu ırzına geçti diye bilmem kaç okka altın karşılığında hadım cezasını üstlendiği hakkında ileri geri dedikodular yapıyordu.


Kabahat önderi odadan çıktığında Derviş, alnından akan terler eline geldikçe içinden sureleri daha coşkulu okuyor ve başını bir an bile kaldırmıyordu. Artık Derviş, kara taşlı odanın bir kenarında, uzun kavuğuyla, gâvur memleketlerindeki palmiye ağaçlarının meltemden salınan dalları gibi titriyor ve gözleri ellerinden başka bir şey görmüyor, çoğu zaman kapalı tutuyordu. Az önce ayaklanan ve kibirlerinden, burnu havadalıklarından kimseyle pek konuşmayan iki genç delikanlı, Derviş’in sallanan halini gördüğünde acıyarak bakmış ve yollarına devam ederlerken herkese uygun lâkabı çabucak bulan Mahkum Şair, kendi gibi şair olan ve Sokak Şairi adını taktığı gence dönüp “ Derviş, Vertigo Derviş” diye aklınca mizah yaparak peşine sessiz bir gülüş vurmuştu. Sokak Şairi ve Mahkum Şair’in hikayesini Sabırhane Kâhyasının ağzından daha sonra dinleyecek olan Derviş onları duymuş ancak düşünce yeminini bastırmaya gayret ederek okuduğu kutsal metnin tecvidini daha vurgulu ve uzun yaparak dikkatini dağıtmaya çalışmıştı.


Artık odada Derviş, Karanlık Ruh ve Laf Ebesi dışında kimseler kalmamış, herkes güneşli günün keyfini çıkarabilmek için dışarı çıkmıştı. Laf ebesi, olduğu yerde öylece duruyor ve oldukça yorgun görünüyordu. Karanlık Ruh ise hâlâ olmayan gözleriyle içeri sızan güneş ışığının uçuşturduğu tozları izliyordu. Odanın içi kapkaranlık değil ancak pencereden bozma, demirle örülü oyuklardan giren güneş ışığı odayı karanlığından kurtarmaya da yetmiyordu. Bu karartıya rağmen sâbirlerin mutsuz yüzleri, parçalı elbiseleri ve yaralı uzuvları ayyuka çıkamak için direniyor ve ne zaman bir sâbire dikkatle bakılsa bu direniş galibiyetle sonuçlanıyordu. Geceden yanan mum neredeyse bitmiş ancak bir geceyi daha atlabilecek gibi duruyor ve sabirlerin haftalık bir mum istihkakı haftanın son günü vesilesiyle yenileniyor olacaktı.


Derviş, başı önde öylece kutsal şiiri okurken odada kimlerin gittiğine, kimlerin kaldığına emin değil; zaten düşüncelerine ördüğü duvar neticesiyle de bunu düşünmüyordu bile. Uzaktan gelen sohbet sesleri kulağına çalınıyor ancak anlam yüklememek için direniyordu. Birkaç ayet sonra odada kimsenin kalmadığı hakkında beyni ona düşünce emri veriyor, o da bu emre itaaten zorla düşünüyordu. Ses tellerine vurduğu mührü bu güne dek sınavların en büyü olarak bilmiş, nefsine verdiği terbiye dillere destan olmuş ancak bir şeyleri düşünmemeye gayret etmenin ömründe gördüğü en zor şey olduğunu düşünmemeye çalışırken girdiği komik ve kin kusturucu dilemmaya hayretler ediyordu. Başını kaldırma cesaretinde bulunurken dudakları ayet okumaya devam ediyor ve temkini gözlerinden kendini gösteriyordu.


Derviş, gördüğü her şeyin beynine düşünce sinyali olarak nüksettiğini ilk kez deneyimliyordu. Odanın ortasında dibi gelmiş mumu görüpte, o mumun o halde orada durduğunu düşünememesi, duvarların simsiyah taşlardan ördüldüğünü gördüğünde, duvarların simsiyah taşlardan örüldüğünü düşünememesi imkânsız geliyordu. Acaba Laf Ebesi bunları düşündüğünü de biliyordu muydu bilinmez.


Derviş, odanın duvarındaki oyuklardan gelen kikirdeme seslerini duyuyor ama beynine yaşattığı beşeri özür bu kikirdemelerin ne anlama geldiğini anlamasına dur diyordu. Odada Karanlık Ruh, her düşündüğünü duyan Laf Ebesi ve kendi dışında kimsenin olmadığını gördüğünde dışarı çıkmayı, buradan uzaklaşmayı düşünmesine engel olamamıştı. Şüphesiz Laf Ebesi bunu duymuştu ancak hayatta kalmak için karar vermek ve kararların bir düşünce mekanizmasından çıkması gerekiyordu. Derviş, ayaklanıp odadan çıkmaya karar vermiş ve bunu olabildiğince hızlı yapacaktı. 


"Kaçmak, mağlubiyetlerin en galibiyet hâli" diyen, Laf Ebesi'nin sözlerini duymuş ve hiçbir şey düşünmemeye devam etmişti. Geride bıraktığı kasvetli avlu, gökte güneş olduğu halde kendinden ödün vermiyordu. Tavandan sarkan avizenin korları küle dönmüş, kurt başlarından fırlayan mumlar sönmüştü. Derviş, bunları göremeyecek kadar korku içinde dışarı çıkmış ve kapıya asılı silahların şıngırtısıyla ancak kendine gelebilmişti. 


Dışarı çıktığında içinden hâlâ kutsal sözleri hatmediyor ve ne yapacağını bilmiyordu. Havanın nasıl olduğunu, güneşin ne kadar sevimli olduğunu, dün gece gördüğü atın yaralarının ne kadar derin olduğunu ve yere ters çakılmış şemsiyenin sahip olduğu deliklerin gece görünenden daha büyük olduğunu görmemiş sadece kıkırdayan sâbirlerin sesine doğru koşar adım gidiyordu. Yıllar sonra ilk kez bir beşerden bu kadar korkmuş ve Allah'a sığınmanın etkisiz kaldığını tecrübe etmişti. Şüphesiz bunda da bir mucize aramak zorunda kalacaktı çünkü gelen ve giden her şey Allahtandı.


İşte, Sabırhane'yi diğer tüm ıslahevlerinden, zindanlardan ve beşeri hukuktan ayıran kıyasın, vücudun değil, ruhun işkence görmesiydi ve Derviş ilk sabahında bunu acımasızca tatmıştı. Sabırhane, sabrın hanesiydi ve içinde bir parça tahammül, bir damla sabır olmayan hiçbir yaratığın üstesinden gelebileceği bir tecürbe değildi. Burada sâbirler, her gün ruh ve aklından bir parça sunuyor, karşılığında korku ve bedbaht bir ruh alıyordu.