Bir önceki günden farkı olmayan bir günün başlamasına dakikalar vardı.


Odasında; çift şilteli bir yatak, bir cam sehpa, küçük bir masa ve duvarda basit bir kitaplık vardı. Yatak pencerenin dibinde olduğu için güneşin yakıcı sıcaklığı Cemil’in bacaklarını yakıyordu. Hala uyuyor olmasına rağmen bacaklarındaki güneşin sıcaklığını hisseden Cemil, örtünün üstünde olan bacağını örtünün altına sokmaya çalışıyordu. Epey bir uğraştıktan sonra terlemeye başladı, gözlerini açtı anlık bir öfkeyle, perdeyi süratle çekti ve kafasını yastığa gömdü fakat iş işten geçmişti, bir kez uyandı mı bir daha asla uyuyamazdı. Bundandır yumruklarını sıka sıka yatağında doğruldu ve ilk iş, telefonunu kontrol etti. Saatin öğleye geldiğini gören Cemil’in iyice canı sıkıldı, yavaş yavaş boynunu bir sağa bir sola oynatarak kütletti. Çok uyumaktan olacak, boynunda ağrı hissetti ama ondan daha çok can sıkan şey saatin öğleyin 1'e gelmiş olması idi. (Sakın ha bir yerlere geç kaldı falan sanmayın, o sadece sabahın ilk saatlerini kaçırdığı için üzgün, yoksa bir yere geç kalması söz konusu bile olamaz çünkü ne bir işi var ne de onu beklerken ağaç olmuş bir arkadaşı…)


Bir müddet sinirli sinirli çakmağını aradı derken çakmağı buldu ve sigarasından ilk dumanını aldı…

Daha dün “Uyanır uyanmaz aç karnına bir daha sigara içmeyeceğim.” diye karar almıştı oysaki. O kararını aç karnına sigara içmekten dolayı başlayan inatçı öksürük sayesinde hatırladı ama zaten öksürük tutmuştu, karar unutulmuştu, o yüzden bugünlük kahvaltı öncesi sigaraya aldırmadı.

Sigarasını içerken kahvaltıda ne yesem diye düşünüyordu...

Kahvaltı yapmak, yemek yemek onun için sadece bir zorunluluktu. Uzun zamandan beri ne yediğinden adamakıllı zevk alıyordu ne içtiğinden.

Tost yapmaya karar vermiş olmalı ki malzemeleri çıkardı, ekmeği kesti ve aklına daha çay koymamış olduğu geldiği için ahlaksız sözler mırıldandı. Çayın suyunu koydu, tostu hazırlamaya devam etti ve tost neredeyse hazır olacakken çayın demini koydu. Zamanlamayı iyi ayarlayamadığı için çay daha demlenmeden tost hazırdı ve onun da tabiriyle imamın abdest suyu gibi olan çaydan bir bardak koydu ve kahvaltısını yaparken izlemek için dizisini açtı o bunları yaparken tostu da soğumuştu zaten.

Poşetin içine mamaları döktü, terliğini giydi, elinde evin anahtarı var mı diye tekrar tekrar kontrol etti -bunu evden çıkarken her zaman yapardı çünkü birkaç kere anahtarsız dışarı çıkmış ve kapıda kalmıştı - kapıyı kapattı, sokağa indi ve binanın yanındaki köpek kulübesinin yanına geldi. Köpek kulübesinde yaşayan bir anne, iki de yavru kedi vardı. Cemil, poşeti hışırdatır hışırdatmaz kimin geldiğini anlayan kediler Cemil'in etrafını sardılar.

-Dur kızım, dur, sakin ol!

-Nerede bu mama kabı?

-Evet burada.

-Çok mu acıktınız siz?

-Saldırdınız yine mamaya, beni görmüyorsunuz bile!


Cemil oradaki bankın üzerine oturmuş kedileri izliyordu. Karınları doyan yavrulardan biri Cemil'in bacaklarına tırmanarak üstüne çıkmaya çalıştı ama üzerinde şort olan Cemil, bacakları çizilmesin diye kediyi kucaklayıp kucağında sevmeye başladı. Ağzındaki sigaranın uzayan külü kedinin üzerine düşmesin diye sigarayı sol eline aldı derken onlara doğru yaklaşan birini gördü. Bu şimdiye kadar hiç tanışmadığı, karşı binanın ilk katında oturan 35-40 yaşlarında bir adamdı.

(Eliyle de selam hareketi yaparak)

-Merhaba!

-Merhaba abi, nasılsınız?

(Yaklaşan adam Cemil’in yanına oturdu. Sık soluyordu ve hafif boğuk bir sesi vardı ama yine de gülümseyerek konuşuyordu.)

-Eh işte idare edip gidiyoruz. Demek sen bakıyorsun bu yavrulara. Alıştılar mı bari sana? Gerçi alışmışlar belli, seviyorlar seni…

-Ee olsun o kadar abi. Bizim apartman boşluğunda doğurdu yavruları, biraz orada baktık sonra koku yapıyor bunlar diye binadan çıkarmamı istediler, ben de burada mamalarını falan veriyorum, oyun oynuyorum derken alıştılar bana.

-Benim eve de kediler gelir gider hep, mama alamasam da yemek artıklarını ve sularını hiç eksik etmem. Bazen yemek beğenmiyorlar. Bu da yenir miymiş der gibi bakıyorlar suratıma. Ee ne yapalım kendimizi zor doyuruyoruz mamayı nasıl alalım? Yıllardır çalışacak durumda değilim, babadan kalma iki dairem var, birinde ben oturuyorum öbürü de kirada, onun geliriyle de olduğu kadar işte…

-Biz tanışmadık, Sabri benim adım.

-Cemil ben de memnun oldum.

“Sen şurada oturuyorsun değil mi?” dedi eliyle oturduğum binayı göstererek.

“Evet abi 3. kattayım.” dedim.

“Kaç yaşındasın?” diye sordu.

Kaç gösteriyorum saçmalıklarına girmeyi bırakmıştım. En son birine kaç gösteriyorum dediğimde 28 falandır herhalde demişti ve 3 gün boyunca kafamdan atamamıştım.

“23” dedim ve ben de ona yaşını sordum. “Kaç gösteriyorum?” dedi. Ona o kötülüğü yapmayacaktım.Biraz düşünür gibi yapıp “Taş çatlasın 28'dir.” dedim.

Gülümsedi. On sene gençleştirmişim onu, öyle söyledi.

Şöyle bir Sabri Abi'ye bakınca onda yoksulluktan daha farklı şeyler görüyor insan… Hem fiziksel olarak hem de ruhsal olarak çok bitkin görünüyor. Yanımda iki büklüm oturuyor, zayıf bacaklarını üst üste atmış, eski spor ayakkabısının üstünden beyaz uzun çorapları görünüyor. Saçları; kumral, seyrek ve dağınık. Kıyafetleri özensiz ama temiz gibi. Benzi soluk. Zayıf, orta boylu.

Konuşurken göz temasından kaçınıyor arada bir ben önüme dönünce bana bakıyor, fark ediyorum ama bozmuyorum bu durumu, kucağımdaki yavruyu sevmeye devam ediyorum. Uzun zamandır yeni biriyle tanışmamış gibi benimle tanıştığına seviniyor. Konuşmak, bir şeyler anlatmak istiyor ama zorlanıyor da aynı zamanda. Cümle kurarken duraksayarak konuşuyor, bazı dediklerini anlamayıp kafa sallamakla yetiniyorum ama gülümsüyorum aynı zamanda, ben gülümseyince o da gülümsüyor. İçimde ona karşı acıma duygusu beliriyor, hemen savuşturuyorum çünkü insanlara acımak dünyanın en aşağılık duygularından biridir. Bir insanın bir insana acıyan gözlerle bakması, o gözlerin yuvalarından oyulması için yeterli bir sebeptir çünkü birine acımak üstünlük duygusuyla birlikte gelir.

Sonra başka şeylerden konuştuk o biraz kendini anlattı, ben biraz kendimi anlattım. Ben dediklerini anlayamadığım yerlerde yine kafamı sallamakla yetindim, o da öyle anlarda başka şeylerden söz açtı…

Aklıma laf arasında söylediği “yıllardır çalışacak durumda değilim” sözü geldi.

Cesaretimi toplayıp sordum:

-Abi geçmiş olsun, neyin var, ne oldu?


Uzun bir sessizlik oldu… Cevap vermediği her saniye gerilmeye ve suçluluk hissinden olacak, terlemeye başlamıştım. Yarasına basmak istememiştim, cevap vermemişti hala ve ilerideki yeni sürülmüş boş tarlaya gözlerini dikip beni unutmuştu sanki. Göğsümde bir ağırlık hissediyordum, dilim kopsaydı da sormasaydım. Çok utandım ve kucağımda oturan kediyi unutup bir anda ayağa kalktım. Kedi yere düştü, düşen kedi dalıp gitmiş olan Sabri Abi'yi uyandırdı. Kafasını bana doğru çevirdi ve yüzüme baktı. Gözleri dolmuştu... İnsanın sadece diliyle konuşmadığını, bazı şeylerin anlatılamayacak kadar ağır olduğunu, kelimelerin tükendiği yerde gözlerin her şeyi nasıl da bir çırpıda anlatabildiğini öğretti bana Sabri Abi'nin o bakışları...


Bir kelime etse dayanamayacağımı anladım. Bir bakışıyla sersemletmişti beni! Ya bir de konuşsaydı… Felaketim olacaktı. “Görüşürüz Sabri Abi.” dedim ve koşar adımlarla eve çıktım.


İnsanlara iyi gelmiyorum. Her şeyin içine edip sonra da kaçıp gidiyorum. Sabri Abi hala o bankta oturuyor, annelerine sokulmuş süt emen yavruları izliyor. Pencereyi kapatıyorum. Çok yorgun hissediyorum. Düşünmemeliyim, biraz uyumalıyım. Düşüncelerimin başka türlü duracağı yok.


 

Uyanır uyanmaz aklıma Sabri Abi geldi pencereden baktım hala orada mı diye. Tabii ki orada değildi, zaten hala orada olsaydı biraz fazla romantik olurdu. Durduk yere patavatsız bir soruyla adamın canını sıktım, hem de öylesine sormuştum, sırf meraktan... Daha dikkatli olmalıyım galiba insanlarla konuşurken ama ne yapayım, aylardır dört duvar arasına sıkıştım kaldım, etrafıma sürekli dikenli teller ördüm, telefonları açmadım, bir yerlere çağıranlar da olmadı değil ama onlara da çok işim olduğunu çok gelmek istediğimi ama galiba gelemeyeceğimi falan söyledim. Hatta bazen “Beni bu seferlik affedin.” bile demiş olabilirim.

Peki ne yapsaydım?

Yapay dostluklarını, yalandan kahkahalarını, sürekli kendilerini övmelerini, içinde gram sevgi barındırmayan ilişkilerini, dünyayı kendi eksenlerinde döndürmelerini…

Tüm bunlara nasıl tahammül edebilirdim? Ben de onlar gibi mi olsaydım? El ile tutulacak bir tane davranışı, düşüncesi olmayan ama aynı zamanda her şeyin en iyisini kendilerinin bildiğini sanan bu insanlar bana iyi gelmiyordu. Beni kendimden yabancılaştırıp aslında olmadığım biri gibi davranmama sebep oluyorlardı. Onlarla buluşacağım zamanlar “Haydi bakalım maskeli baloya” derdim hep kendi kendime aynaya bakıp hazırlanırken. Çünkü bu asalak takımının yanına gidiyorsan bir adet görünmez maske her zaman iş görür. Seni asıl olduğun kişi olmaktan çıkarır o maske ve rol yaparak kabul görürsün asalaklar takımına… Bu insanlara karşı duvarlar örmeseydim de ne yapsaydım?


Aşağıdan ev sahibi İlhan Amca'nın sesi geliyor; biriyle konuşuyor bahçede, aynı zamanda telefonla ilgilendiğim için çok oralı olmuyorum derken Sabri Abi'yle konuştuklarını anlıyorum… Balkona yaklaşıyorum daha iyi duyabilmek için. Önce abartı egzozlu bir arabanın boğuk sesi karıştı araya, sonra korna sesleri derken kesik kesik duyuyordum:

“Cemil… tanıştık... çok iyi çocuk… benim kiracım, iyidir… öğrenci…”


Anlaşılan benim hakkımda bir şeyler konuştular ama tam da anlayamadım; ne dedi acaba, sanki çok iyi çocuk gibi bir şeyler dedi ama tam aksine patavatsız falan demesi gerekirdi, anlayamıyorum, yanlış duymuş olmalıyım.


Sabri Abi'yle tanışmamız üzerinden bir gün geçti. Biraz temiz hava almak için yürüyüşe çıkmak istedim derken İlhan Amca'yla karşılaştık aşağıda. İlhan Amca “Çocuğun işi var mıdır? Bir yere yetişmesi gerekiyor mudur?” demeden yarım saat lafa tuttu. Böyle dediğime bakmayın, İlhan Amca çok iyi bir insandır, aramızda çok iyidir. Emekliliğin getirdiği can sıkıntısından dolayı olacak, her karşılaştığımızda havadan sudan konuşur, konudan konuya atlar, illaki siyasete de girer. Laf arasında “Sosyal demokratım ben” demeyi de asla atlamaz. E böyle olunca laf lafı açar elbet…


Yürüyüş yapacağım geldi aklıma, daha fazla oyalanıp havanın kararmasını istemiyordum. “Neyse İlhan Amca ben biraz yürüyeceğim konuşuruz yine.” dedim. Tam döndüm gidiyordum ki İlhan Amca “Dün şu karşıda oturan Sabri geldi yanıma, bisikletine rüzgar gülü takmış, heyecanlı heyecanlı onu gösterdi. Hey Allah'ım, kaç yaşında adam ama garip işte, ne yapsın! Senden de bahsetti, dün tanışmışsınız, seni çok sevmiş. Sizin yukarıda oturan Cemil ile tanıştık hiç görmemiştim ben onu, üç yıldır burada oturuyormuş, çok iyi, çok süper çocuk, dedi senin için ikide bir.

Yahu ne yaptın da sevdi bu kadar seni bu Sabri?” dedi gülerek.


Duyduklarım hoşuma gitmişti ama niye beni bu kadar sevdiğini, niye bastıra bastıra çok iyi bir insan dediğini anlamaya çalışıyordum çünkü insanlar için birine “iyi bir insan” diyebilmek o kadar kolay değildir. Bunu hemen anlayamayız ve şüpheyle yaklaşırız. Daha iyi tanımak isteriz ya da bir iyiliğini görmek isteriz en azından, öyle kolay kolay iyi insan olunmaz çünkü bize göre…


Ben Sabri Abi'nin gözüne çok kolay girmiştim sanki, sonra anladım ki gerçekten yalnız kalmış bir insan için (Sabri Abi ve onun gibiler için) “iyi biri” olmanın şartı yalnızca “insan yerine koymaktır”, bu kadar basittir işte; gerçekten yalnız kalmış, toplumun kaba elleriyle halkanın dışına itilmiş bir insanın gözünde iyi biri olabilmek.

Ben bunları düşünürken Sabri Abi direksiyonuna rüzgar gülü taktığı bisikletiyle evinden çıkıyordu. Sırtında da sarı fosforlu yeleği…