ailemin durumu çok iyi değildi, o yüzden berbere giden üç çocuğun masrafı bile fazlasıyla lüks sayılıyordu bizim evde. saçlarımız uzadığında babam keserdi saçlarımızı. becerikli bir adamdı ama mesleği berberlik değildi tabii ki...


demirden bir sandalyemiz vardı, kırmızıydı oturma yeri. gazeteler serilirdi yere kıllar dağılmasın diye. yeşil bir tarak ve kırmızı saplı bir makası vardı peder beyin, sırayla otururduk o buz gibi sandalyeye. saçı kesilen banyoya koşardı, çıkınca da sobanın dibinde otururdu havlu sarılı bir biçimde...


neyse ki sıra bana gelmişti. hem sıra gelsin hem gelmesin diye bekleyip durduğum zamanlardı bu. oturdum ve babam berberlerdeki gibi üzerime bir çarşaf gerdi ve toplu iğne ile de tutturdu. ben zayıf bir çocuktum, boynum falan incecikti, ben oturur oturmaz babam ''adamda boyun yok ki,'' diye girerdi söze. dakika bir, babam doksana takmıştı yine. ağlar havalandı, maça başlamanın verdiği kötü enerji ile kaşlarımın çatıklaştığı anlar başlamıştı. babam devam etti kesmeye saçlarımı. bir model bilmezdi, herkesin saçını aynı keserdi. her yeri aynı kısalığa getirene kadar keser de keserdi. benim de kafa yapım çok düzgün değildi açıkçası, hâlâ hâlâ tıraş olduktan sonra çirkin bir adam olup çıkıyorum. kulaklarım da biraz haddinden fazla büyük; rüzgara karşı direnç gösteren, beni hayata karşı yavaşlatan bir uzvumdu. ensemdeki küçük kılları almak için jilet kullanırdı babam, ''başını öne eğ,'' derdi bana. eğerdim ama o kadar isteksiz eğerdim ki yine aynı şeylerin olmaması için dua ederdim içimden. ama bunun dua ile olmayacağını seneler sonra öğrendim. insanın tiki olabiliyormuş, gıdıklandığı ve huylandığı yerler olabiliyormuş, buna hiçbir zaman çözüm yokmuş. ben yine de eğdim başımı, babam jileti değdirir değdirmez ben huylandım her zamanki gibi. babam atağa kalkmıştı, kontratakla geldi kaleme doğru; yeşil tarağı aldı ve kafama vurdu. ''cinsini siktiğimin çocuğu rahat durmuyor,'' dedi. iki-sıfır olmuştu, maç devam ediyordu. ben birinci golün acısını çıkarmadan babam iki yapmıştı durumu. neyse ki bitmeye yakındı tıraş; gidip suyun altında ağlamaya hazırdım. nereden bileyim babamın tekrar bir gol atacağını... ben istemsizce bir daha huylandım. babam yine, bu sefer daha sert bir şekilde yeşil tarağı vurdu kafama, aynı cümle ağzından bir kere daha çıktı. anneme de ''al şunu şuradan,'' diyerek bir de tribünlere kırmızı kart gösterdi. hem hakemdi hem rakipti babam kendi kurduğu oyunda, her şeyi kendi yürütüyordu. sandalyeden kafam öne eğik soyunma odasına gittim. zaten üzerimde sadece beyaz donum vardı, dahası yoktu. sadece bedenim değil ruhum da soyulmuştu. gittim, suyun altında biraz ağladım; gözyaşı suya karıştı. sobanın yanına geldiğimde gözlerim kıpkırmızıydı. sabundan olduğuna inananlar vardı evin içinde... oysaki gözyaşımla banyo yapmıştım.


ve ben hâlâ ensemden huylanıyorum, kulaklarım yine kepçe. duşlarım ise gözyaşlarıyla dolu...