Küçük bir damla, şakağımdan yanağıma oradan da çeneme doğru süzüldü. Tüm duyularım damlanın izlediği yolda hassaslaşırken artık şeffaf değildi minik yağmur. Zihnimde mürekkeple yazılmış olan anıları dağıtarak akmış, siyaha bulanmıştı. Damlalar çoğalırken okunaksız sayfalarım da arttı. Bunlardan birinde, beyaz bir sabunun acımsı kokusunun tanıdık bir gerdanda nasıl da çiçeklendiği yazıyordu saniyeler öncesine kadar. Şimdi ise tüm güzel kelimelerin üzerine yağmur yağıyordu.

Her bir sayfanın erimesiyle toprak ile aramdaki duvar daha da inceliyordu. Birkaç sayfanın daha eridiğini anlıyordum artık toprak kokusunun midemi bulandırmasından. Önümde duran birikinti hızla çamura dönerken çürümeye yüz tutmuş ölü beden, toprak ve çam kokusunun içindeydi. Gökyüzü her yağdığında huzur bulan ruhumun, bundan sonra zihnimin bir köşesinde toprak yutup çamur kusacağını biliyordum. Hissettiğim tüm güzel hisler, beni çiğ çiğ kemiren bir acıya karışmıştı. İstemeyerek gözlerinin tonunu, kahkahalarını silen hafızam; bile isteye hatırımda kalan tek şeyi, kokusunu, toprağa buluyordu. Beyaz sabun kokusu artık bir cesede, toprak kokusu da bir cenazeye tekabül ediyordu içimdeki en derinlerde. Elimi ıslak toprağa koydum. Buraya güneşli günlerde gelemem, diye fısıldadım. Elimde kalan tek şeydi güneşli günler… Ancak o zamanlarda toprağa karışmış ölü kokusunu almadan, bir köşe başında kusmadan veyahut çiğnediklerimden kan sızıyormuş gibi hissetmeden yaşayabiliyordum. Yağmurlu günlerim senin, karlı günlerim ise… Susup ötedeki toprak yığınına baktım. Benim güneşli günlerden başka hiçbir şeyim kalmamıştı.