“dünya sarsılıyor. dünya sarsılıyor. dünya döne döne sarsılıyor, üç yüz altmış beşinci günün ardını üç yüz altmış altıncı gün takip etmiyor. başa dönüyoruz, her şeyi birden alıyoruz. üç yüz altmış altıncı günü bir türlü yaşayamıyoruz. ayağımızın bastığı takvim yaprakları tamı tamına üç yüz altmış beş tane. dünya sarsılıyor. dünya sarsılıyor. ellerimde haftalar ufalanıyor, göğsümden içeriye acımasızca süzülüyor aylar ve kafamın çengeline takılıyor haftalar. günler gözlerime saklanıyor. dünya sarsılıyor. dünya sarsılıyor. yanımdasın. dünya sarsılıyor ama ben yerimden bir milim bile kıpırdamıyorum. ben yerimden bir milim bile kıpırdamıyorum çünkü sen yanımdasın. dünya. sarsılıyor. dünyasarsılıyordünyasarsılıyor. ben sarsılmıyorum.”




genç kadın aynı ağacın altında, kollarını iki yana açmış, üzerine çektiği beyaz çiçekli elbisesinin etekleri uçuşa uçuşa, yüzünde o kendini kaybetmiş ruhaniyeti ve dudaklarında bahardan kalma cilveli bir tebessümle, ağaçların dallarındaki kuşların da ona eşlik etmesiyle kendi etrafında dönüp duruyordu. gün ışığı güçlü ağacın genişçe gövdesine vuruyor ve vurulduğu gibi kırılarak gencecik kızın omuzlarının üzerine düşüyordu. yaprakların arasından fırsat buldukça düşen sıcaklık incecik boynunda incecik bir ter tabakası oluşturmuş, bulunduğu yerde bir an olsun tutunamayarak iki köprücük kemiğini birleştiren o boşluğa kayıp gidiyordu. yeri yurdu orasıymış gibi orada duruyor ve o ter taneciği başka hiçbir yere gitmiyordu.




“dünya sarsılıyor. anne, dünya sarsılıyor. rüyalarımda bedenim bir uçurumun dibini boyluyor. dibini boyluyor. dibini boyluyor.”

genç kız adeta şakıyarak söylüyordu. dilinin ucundaki kelimeler öldürücüydü ama sesindeki o çocuksu hava bayram yerini andırıyordu. zıtlıklar zarif bedeni üzerinde toplanmıştı. çıplak ayakları çimenlerin arasına dalıp çıkıyordu. “uçurumdan düşüyorum. uçurumdan düşüyorum. uçurumun mavi gözleri var anne. masmavi gözleri var. oradan düşüyorum. uçurumun masmavi gözlerinden, denizin masmavi ağzına düşüyorum. deniz beni yutuyor anne. deniz beni yutuyor. uçurumun masmavi gözlerinden parıltılar geçiyor. bana çok acıklı bir şarkıyı mırıldanıyor. bana çok acıklı bir şarkı mırıldanıyor. dünya sarsılıyor anne. ben uçurumdan düşerken dünya sarsılıyor ama ben yine sarsılmıyorım. uçurum bile sarsılıyor ama ben sarsılmıyorum.”




“saçlarımın uçları kırmızı. benim saçlarımın uçları kırmızı. kırmızı. kırmızı. saçlarıma yaşım kadar düğüm attılar anne, saçlarıma yaşım kadar düğüm attılar. bu düğünmlerin hepsini kırmızıya boyadılar. kırmızıya boyadılar. kan kırmızısına anne. beni üç yüz altmış beşlerce öldürdüler. beni üç yüz altmış beşlerce öldürdüler. üç yüz altmış altıncı gün olsaydı ölmeyecektim. beni hiç üç yüz altmış altıncı günde öldüremeyeceklerdi ama öldürdüler. sonra saçlarıma düğümler attılar ve onları sevdiğimin kanıyla boyadılar. kıpkırmızı oldum anne, yüreğim kararırken ben kıpkırmızı oldum.”




genç kadın bir an durdu. yüzündeki o neşe yerini hiddetli bir üzüntüye bıraktı. sanki güneş bile genç kadının acısına dayanamıyormuş gibi bulutların ardına sığındı. genç kadının gözlerinden ardı ardına tam üç göz yaşı tanesi yuvarlandı. yuvarlandı, yuvarlandı boynuna ulaştı. boynundaki damarlara dokundu. sonra bir an oldu, başını kaldırdı ve bulutların arkasına sığınan güneşe baktı. baktı, baktı, uzunca baktı. gözlerinden anlamlar akıyordu, gözlerinin bir dili yoktu ve bundan dolayı konuşamıyorlardı. genç kadın güneşe anlattı, ağladı anlattı, güldü anlattı. kızdı anlattı. üzüldü anlattı. gözlerinin dili yoktu ama çok anlattı. anlatırken az gitti uz gitti, dere tepe düz gitti, dağı taşı aşıp gitti, düştü, kalktı, düştü kalktı, elleriyle bir ara saçlarını yolmaya çalıştı. güneş ona baktı, o güneşe baktı. bulut orada sessizce durdu. hiç konuşmadı hiç. konuşmaya bile yeltenmedi. konuşmak saygısızlıktı. konuşmadı o da. ağlayacak gibi oldu bir ara, genç kadının gözlerinde cinayeti gördü, ölenleri gördü, gözleri masmavi uçurumu gördü. yüreğine baksaydı. eğer yüreğine baksaydı görürdü. yüreğindeki yanmış evini görürdü. ama bakmadı. baksaydı ağlardı ve ağlasaydı genç kadın ıslanırdı.




“ey rüzgar fısılda ismimi!”




bağırdı genç kadın. başı geriye düştü, omuzları geriye düştü, boynu gerildi, boynundaki ve alnındaki damarlar teni üzerinden rengini belli etti, çarpıp durdu. çarpıp durdu. çarpıp durdu. gözlerini kapattı. sanki kirpiklerinin arasından incecik çiçekler çıktı, kökünü göz pınarlarına attı. çok uzaklardan bir bebeğin ağlama sesi işitildi ve bir annenin soluğu kesildi. bebek annesiz kaldı, anne zaten bebeğini kucağına bile alamadı. sanki o an, işte tam o an, dünya kırmızıya boyandı. üç yüz altmış beşlerce düğümler atıldı toprağa. toprak gökyüzünü kaptı, gökyüzü toprağın ağzında yıldızlar doğurdu.




“ey rüzgar fısılda ismimi!” diye tekrarladı tok bir sesle. “her insanın yüreğinde bir uçurum ve her uçurumun da masmavi gözleri, kocaman ama güzel kokan bir ağzı vardır.”




genç kadın yürüdü, yürüdü, yürüdü. ayrıldı o çok sevdiği ağacın altından. güneş onu takip etti, bulutlar onu takip etti. sonra kuşlar, çimenlerin arasındaki kertenkele ve çok ileriden onu dinleyen sincap. hepsi onu takip etti. sanki herkes derin bir sessizliğe gömüldü ve yaşayan her canlı genç kadına gözlerini dikti. hemen berisinde gürül gürül akan nehire vardı. güldü. güldü. yetmedi bir daha güldü. nehir gürül gürüldü. kadının kalbi gürül gürüldü. nehirde kırmızı ve turuncu balıklar vardı. balıklar bile gürül gürüldü.




“dünya sarsılıyor anne.” sesi fısıltıyla çıktı, ayak bileklerine kadar suya girdi, elbisesinin uçları ıslandı. güneş ıslandı, bulut ıslandı, onunla birlikte her şey ve herkes ıslandı.




“keşke saçlarımı sarıya boyasalardı anne, keşke saçlarımı sarıya boyasalardı. keşke. ama kırmızı.” ilerledi ilerledi. suyun içersinde ilerledi, hiç durmadı ama yine de gülüyordu. görenler biliyordu, bu kadının en çok kalbi ağlıyordu. kalbi sürekli ağlıyordu.




“ey güzel rüzgar, fısılda ismimi: yeni doğan çocuklara, lohusa annelere, gökyüzüne ve sonra yeryüzüne, tüm ölmüşlerin kulaklarına ve yeni doğacak olanların gözlerine, yepyeni kitaplara ve ağıt dolu türkülerin dillerine, masmavi gözlere ve o çok güzel uçurumlara. fısılda ismimi. fısılda beni. benim adım acının mayasını içinde barındırır ama dile dolandığında yüreğe sonsuz bir mutluluk verir. fısılda.”




genç kadının suyun içinde bir uzun saçları kaldı. kadın suyu, su kadını yuttu. kırmızı düğümlü saçları güzel yılanlar gibi suyun üzerinde yüzdü durdu.




nehir kırmızıya boyandı. dünya sarıya. tüm düğümler çözüldü, rüzgar fısıldadı ismini ve bulut ağladı. yağmurlar toprağa düştü. bu intihara doğa ana şahit oldu. onu son görenler turuncu ve kırmızı balıklar oldu. genç kadının ölüsünün üzerinde tam üç yüz altmış altı tane balık vardı ve saçlarındaki düğümler çözülmüştü. saçları sarıydı. sapsarı.




“dünya sarsılıyor ve ben sarsılıyorum. dünya gördü, saçlarım sapsarı oldu.”