Anlaşılmak, anlamak, güvenmek, güvenilmek, saygı duymak, saygı duyulmak, anılar biriktirmek, zaman ayırmak, düşünmek, ince düşünmek, güzel bakmak, sabretmek, hoş görmek… Sevmekse bunların hepsinin kendiliğinden bir sonucu olarak vakti gelince doğuyor sağlıklı ve güzel bir bebek olarak. Hepimiz güzel bir sevgi düşleriz, sevginin tanımını yapmaya çalışırız, tanımlara uymaya çalışırız. El ele tutuşup sevişince bir iki güzel sözle sevginin de hemencecik gelebileceğini düşleriz. Oysa bu kadar erken gelen sevgi, prematüre bebek gibidir; doğduktan sonra daha fazla bakıma ihtiyaç duyar ve çoğu zaman yaşayamayacak kadar erken doğmaya çalıştığından geldiği dünyaya alışamayıp ölüp gider. Oysa ne umutlar taşımıştı dünyaya gelişinde; yaşayacaktı, çok güzel bir hayatı olacaktı diye düşünülür ya, öyle olmayışı malzemelerinin eksik olmasından, farkına hep sonradan varılmasından ve dahi fark edilemeyişinden.

 

Bazen sevebilmeyi, sevilebilmeyi unuttuğumu düşünüyorum. Sanki hiç böyle bir şey hissetmemişim gibi ve sanki hiç hissetmeyecekmişim gibi. Sırf bu duyguyu yaşayabilmek adına “-mış gibi” yaptığım ve kendimi zorlayarak suni sancılarla bebeği dünyaya getirmeye çalıştığım zamanlar oldu. Ya doğarken öldü ya da doğduktan hemen sonra ilk nefesi ile öldürüldü. Akışına bırakmaya çalışıyorum, tarifinde eksik olmasın, olabildiğince zamanında doğsun istiyorum ve doğal sancıları ile.

 

Bazen hiçbir şey hissetmek istemiyorum. Zorundalıkların getirdiği görevler ve görevlerin getirdiği duygusuzluklar hep yormuştur beni. Derin bir insan mıyım, sanmam; derin düşünüyorum sadece. Hatta bazen sadece düşünüyorum. Don kafa don! Belki kimilerinizin eski kafalı diyebileceği cinsten bir insanımdır. Neyse, çok da önemsemiyorum zaten etiketlerinizi, raflarınızda yer almak istemem. Kendimce yaşamaya çalışıyorum, size göre doğruların beynime empoze edildiği bulaşık fikirlerin içinden tertemiz bir ben olarak çıkmaya çalışıyorum. Bunu yaparken boğulduğum zamanlar oluyor, işte o zaman hiçbir şey hissetmek istemiyorum. Çünkü canım yanıyor.

 

Bob Marley ve Wailers’in “Uprising” albüm kapağındaki gibi kollarımı açarak üzerime yığılan her türlü renginizi çıkarıp atmak ve kendi renklerimle yeniden var olmak istiyorum. Omuzlarım ağrıyor bu sıralar çokça, arada bir kalbim de sıkışıyor. Kalbimde sorun olabileceğini söylüyormuş kahve telveleri de zaten. Ne acı. Keyif için içilen kahveden bile ciddiyet damıtmak.

 

Sevgiyi düşlemekten nerelere geldi konu, beynim yine düşlemekten alıkoydu beni.

 

Evet, sevgiyi düşlemek diyorduk. Düşleyemiyorum. Yıllardır böyleyim. Belki de yazının başlığı sevgiyi düşleyememek olmalıydı. Neyse bu da bir çelişki olarak yer alsın, adı olumlu olsun en azından.

 

Kusmak istiyorum. Evet, bildiğiniz, gerçek anlamı ile kusmak. Durun, hemen mideniz bulanmasın. Akşam çok kaçırdığınız yemekler değil bahsettiğim. Demek istiyorum ki, hayatın tüm acımasızlıklarını, tüm adaletsizliklerini, savaşlarını, siyahlarını, nefretini, öfkesini, sevgisizliklerini, anlayışsızlıklarını, hoşgörüsüzlüklerini, katliamlarını, mutsuzluk gözyaşlarını, yangınlarını, yardım çığlıklarını ve hepsine kayıtsız kalabilen tasasız insan müsveddelerini önce bir güzel çiğneyip yutmak sonra da kusmak istiyorum.

 

Sevgiyi düşleyememek bunlardandır belki de, tüm bunları yutmuş ve sindirememiş ama bir türlü de kusamamış olmaktandır.

              

Kulaklarım kanıyor duyduklarımdan, gözlerim kör oluyor gördüklerimden ve zaten ağzımın tadı da kaçmışken ne düşleyebilirim ki bunların yerine gelmesinden başka?


Sevgiyi düşlemek. Güzel bir şey. Düşledikçe yaşarım belki de, tam meyve verecekken kuraklaşmasın toprak, yeter bana.

 

PS: Reglime bir hafta kaldı. Depresif hallerim keşke bundan olsaydı.

 

Hoşça kalın.