“Oraya… Belediye binasına git. Sana orada yardım ederler.”

Böylece Safir, binaya doğru yola koyulmuştu. Harap şehrinin caddelerinde ilerlerken Safir, bir yandan da insanları seyrediyordu; kâh tapınaklara koşan kâh alışveriş yapan kâh birbirleri ile hummalı bir sohbete dalan insanları seyrediyordu.

Bu kalabalık içinde Safir, kendini iyice yalnız hissettiğini fark etmişti. Yeryüzündeki herkes yerini bulmuş da

bir tek Safir nereye ait olduğunu bilmiyormuş gibiydi.

Merdivenlerine geldiğinde bir an durup, başını havaya kaldırıp belediye binasının görkemli kapısına baktı. Basamaklardan her çıkışında içinde doğan heyecan biraz

daha artıyordu. Kapının önüne geldiğinde bir an durdu, içeri girmek ile girmemek arasındaki tedirginliğini attıktan sonra tam

içeri girecekti ki kıyafetlerine sinen çöl kumunu elleri ile üzerinden uzaklaştırması gerektiğini hatırladı. Safir içeri girerken ardından esen bir rüzgâr, kum taneciklerini havaya kaldırıp hak ettiği yere doğru taşımaya başlamıştı bile.

Binanın iç mimarisi Safir’i adeta büyülemişti. Devasa yüksek bir tavan, binanın her yerini kaplayan heykeller ve ustalıkla oyulmuş masalar, sandalyeler…

Şaşkın bir ifadeyle yürürken gözleri ilerideki bir grup kalabalığa takılmıştı. Grubun tam ortasında bir elinde tütün, diğer elini ise havada hummalı bir şekilde sallayan

bir kişi çevresindeki insanlara heyecanlı bir şekilde bir şeyler anlatıyordu. Safir olabildiğince sessiz yürümesine

rağmen tanımadığı bu kişi bir an kafasını Safir’e doğru çevirip sonra yeniden konuşmasına devam etmeye başlamıştı. Tanımadığı bu kişinin sesi kubbenin altında her yere yayılıyordu.

“Ya eninde sonunda tüm sevgililer terk eder ya da eninde sonunda tüm sevgiler biter, geriye kalan bir alışkanlık kırıntısı dostlarım. Size derim ki elimdeki şu ottan başka hiçbir şeye alışmayın. Tüm sevdiklerinizi bir gün onu terk edebilecekmişsiniz gibi sevin ya da bir gün onun sizi terk edebileceğini düşünerek sevin! Evet, bunu yapın; tüm sevdiklerinizi bir gün onu terk edecekmiş gibi sevin.”

Bu son sözünü söyledikten sonra elindeki tütünden ciğerlerine derin bir nefes çekmişti ki çevresindeki kişilerden birisi gülerek,

“Duyduklarımıza göre terk eden değil, hep terk edilen oluyormuşsun dostum!”

Bu söz üzerine herkes gülmeye başlamıştı.

Ortadaki kişi gülümsemeler arasında,

“Bir şair ne kadar tutarlı olabilirse işte ben de o kadar tutarlıyım.” diyerek gülüşmelere katılmıştı. Yüzündeki gülümseme geçtikten sonra konuşmasına devam etmeye

başlamıştı.

“Güzel olanlar da dâhil, tüm alışkanlıklarımız tehlikelidir. Bana soruyorsunuz neden tapınaklara düzenli bir şekilde gitmediğimi, güzel olanlar da dâhil, tüm alışkanlıklarımız tehlikelidir. Evet dostlarım, alışkanlıklarımız bizim hapishanemizdir. Değişimimizi engelleyen birer hapishane… Hayatı dolu dolu yaşamımızı engelleyen bir hapishane… Oysa hayat hep değişir ve bizden hep değişmemizi bekler. Üstelik şu tanrıların bizden istediklerine bakın, kendilerine çiçekler sunmamızı, adaklar yakmamızı istiyorlar. Oysa ben bir tanrı olsaydım şöyle derdim insanlara, tüm sevdiklerinizi bir gün benim uğrumda feda edebilecek ruh disiplini ile yaşayın! Eğer benim uğrumda sevdiğiniz şeyleri feda edemiyorsanız sevginizin ne hükmü kalırdı? Sevginin ölçütü, sevdiğinin uğruna feda edebildiklerindir!”

Bu sözler üzerine çevresindeki kişilerden birisi,

“İyi ki tanrı olmamışsın dostum.” diyerek gülmeye başlamıştı. Herkes bu söz üzerine gülmeye başlamıştı.