Bedenimiz mi uzun, ruhumuz mu? Ruhumuzun boyunu nasıl ölçeriz?

Sadece kırılma anlarında... Kırılma anları: Son otobüsün kalkması, geç fark edilmiş alarm ya da Amerikan kargo uçağının kanadına atlayan Afgan genç... Böyle kırılma anlarında anlarız ruhumuzun boyunu, yetişemez bir yerlere, geç kalır, uzanamaz, tekrar tekrar parmak uçlarından basar son bir gayret, yetişemez, o zaman anlarız boyumuzu. Yani bir bakıma lunaparkta istediği oyuncağa boyu yetemediği için binememiş cocuk gibi kalır genzimizde o gri metalik tat. Dönüp bakın, göreceksiniz ruhunuzun boyunu, bu kırılma anlarından hatırladığınızı hep… Ben dün ulaşamadım, sıktım ruhumu, bastım parmaklarımın üstüne, gerildim. Tekrar tekrar tekrar tekrar olimpiyat şampiyonasında son şansı kalan oyuncu gibi heyecanlı, istekli ve hayal kırıklığından korkarak… Tabii burada izleyeciler ıslık çalmıyor; burada izleyeciler 10 yaşında, 15 yaşında, 12 yaşında… Farklı farklı tarihlerden gelmiş tek kişi… Adı, uyruğu, sevdiği her şey sizinle ya da aynı benimle… Tek bilet satılmış, öyle locada falan da değil, koca stadyumun ortasında tek numaralı bir bilet… Biletin üzerinde tek kelime: Geçmiş... Son gayret hevesi kalmış çocukluğumuz, ilk gençlik aşkımız… İlklerimiz, ilklerimizin yanında sonlarımız… Ben dün uzanamadım, ağrılar girdi, yutkunmalar... Derin nefesler… Bu çaresizlik değil, çaresizlik beraberinde bir şey yapmamayı getirir. Gerçekten çaresiz olan denemez bir şeyleri. O halde “Çaresizlikle yapıldı.” denilen her eylem son bir umut değil mi? Ya da umut hep var mı?

Bazı sorular cevabından bağımsız, cevabından habersiz ve ondan özgür kalmaya mahkum. Mahkum...

Soru ve cevap arasındaki ilişki biraz Adem ve Havva gibi hem her şeyin başlangıcı hem de sonu hem ondan özgür hem de ona mahkum…