Soğuk havayı aldırmadan açtığı araba camından gelen sert ayaz, sanki mümkünmüş gibi bakışlarını daha da donduruyor, gözlerini kavurup yaşartıyordu. İştahsızlığın sonucu baş ağrısı, ağzındaki kekremsilik umurunda değildi. Direksiyonu sıkmaktan bembeyaz olmuş eklemleri, bir bıçağın kestiği parmak misali inceden inceden sızlıyordu lakin umurunda değildi. Arabasını, onun hayaletiyle tekrar karşılaşmak umuduyla Beyoğlu sokaklarında amaçsızca sürüyordu. Pera’nın yamuk taşlarla döşenmiş pis kokulu yokuşlarını çıkıyor, dolaşıp tekrar iniyordu. Hala olanları idrak etmekte zorlanıyor, kabul edemiyordu. Korkusuyla yüzleşmek durumunda kalmak; iradesini, ruhunu bir fare edasıyla kemiriyor, içini sıkıyordu. Farkında olmadan onunla geldiği sahile gelmişti. Arabayı sert bir şekilde durdurdu. Birinden kaçarcasına attığı telaşlı, terli adımları ruhu ve sisli çıkmazları gibi ışıksız ve soğuk sahilde adeta yankılanıyordu. Gözleri öylesine kurumuştu ki başını göğe kaldırdığında ayın haleleri gözlerini yakmaya yetiyor, gözlerinin buğusundan etrafı göremeyecek gibi olduğundan kirpiklerini mütemadiyen kırpıyordu.

Oturdu. Kendisiyle tekrardan baş başa kalmıştı. Kişinin yokluğu, varlığından daha çok yer kaplıyormuş meğer, diye düşündü. Babasını kanatları altında olmak onu her zaman güvende hissettirir, yanında olmasa dahi bir yerlerde olduğu düşüncesi onu korumaya, rahatlatmaya yeterdi. Şimdi nasılda bitaptı. Ruhu, fırtınada sığınaksız kalmış bir hayvan misali kıvranıyordu. Ölüm onun hayatına da bir karabasan edasıyla çökmüştü şimdi. Uyuşmuş eklemlerini saçlarından geçirdi, diplerinden yolarak bıraktı. Hissizleşmişti sanki, uyuşukluk bütün bedenini esir almaya başladı. "Nasıl olabilir, nasıl!" dedi. Çığlık attığını sanıyordu fakat sesi bir fısıltıdan farksızdı. Oysa daha birkaç hafta önce karşılıklı kahve içtiği, gülüp eğlendiği, yer yer ağız dalaşına girdiği babası şimdi yoktu. Demek ki hayat bir sonraki adımı dahi görünmeyen öylesine sisli, çukurlarla dolu bir yoldu. Böylesine kaçınılmaz kötü sonlara çaresizce bağlıysak insanın, iradesinin ne anlamı vardı ki…

Bu sözleriyle çelişen düşünceleri onu ele geçirdi. Aslında ölüm çoğu zaman insanı hayata karşı daha dikkatli olmaya zorlardı. Söylediği sözden, içtiği sudan, baş koyduğu yastığa kadar her adımı hesaplatırdı. Teşekkür mü etmeliydi şimdi ölüme? Yoksa babasını bir çocuğu elinden oyuncağını alırcasına aldığı için isyan mı etmeliydi? Hayır, dedi. O kaçınılmaz sona isyan etmiyordu. Bu sonu hızlandıran, sebebiyet veren hadise ve kişilereydi isyanı, sitemleri. Aniden bastıran suçluluk hissiyle alev aldı. Fıtratı gereği soğuk mizaçlı, güleç olmayan, mesafeli bir insandı. Babasına karşı bile. Sevmediğinden değildi elbet, sadece duygularında yeterince cömert değildi. Bundan sonra olsa bile bunun bir yararı olmayacağını, onun artık var olmadığını hatırlaması canını yaktı. Kendinden kaçmak isterdi, tam şuan kaçıp gitmek istedi benliğinden, başka bir ruh olmayı ya da hiç yoktan başka bir ruha sığınmak istedi. Başının içindeki düşünceler kâinatta daimi bir hareket halinde olan kuşlar gibi elle tutulamayacak kadar hareketli ve uzaktaydı. Kendi kendine yeni bir düşünce sarmalına daldı. Kişioğlu hayatta her zaman bir umut ışığı arar, umudun ufak bir şulesini gördüğü an ona nasılda sarılırdı. Öper bağrına basar, soğuk bir gecede ısınmak için kalan son alev parçası gibi onu canlı tutmaya çalışırdı. Benim için bu bile yok artık, diye düşündü. Hangi güç onu tekrar yanına getirebilirdi, hangi güç zamanı geri alabilirdi? Umutsuzluğu tadıyordu şimdi, üstelik haftalardır içinde bulunduğu değiştirilemez durumu artık öylesine kavramıştı ki bu durum ona yakıcı bir zevk vermeye başlamıştı. Bu his göğüs kafesini tekmeleyip, tırmalayıp dışarı çıkmak için sabırsızlanıyordu. Derin bir nefes aldı, gözleri dolu doluydu. Ansızın aklına ekimin bitmesine iki gün kaldığı geldi. Zaman ne de çabuk geçiyordu. Her şeye rağmen hayat onca şamatasıyla devam ediyor, rüzgârda savrulan bir yaprak misali savuruyordu insanı ayrı ayrı çıkmazlara. Kendini sonunda fena bir şekilde ebeleneceğini bile bile ebeden kaçmaya çalışan bir çocuğa benzetti çünkü ölümü çok yakınında hissediyordu, her nefes alışında aynı zamanda ölüme koşmakta olduğunun, bu oyunun hileli olduğunun ve yapılan tüm hesapların bozulacağının farkındaydı artık. Her şey değersiz geldi gözüne aniden. Dört elle sarıldığı, uğuruna kalbini, erdemlerini feda edebileceği şeylerin aslında ne kadar kolay fırlatıp atılabileceğini öğreten sessiz gölgeye, ölüme sitemleri azaldı. Kalbi tekledi. Acısı dinmiyordu. Boğazına kuluçkadaki kırlangıç misali oturan yumru nefes almasını zorlaştırıyordu. Ruhunun çığlıkları haftalardır dökemediği gözyaşlarıyla serbest kaldı. Şimdi, ruhu ve sisli çıkmazları gibi ışıksız ve soğuk sahilde sessiz ama yıkıcı bir çığlık yankılanıyordu.