Mekteplerde hâlâ Cenap Şahabeddin, Rıza Tevfik, hâlâ Süleyman Nazif, Orhan Seyfi, Yusuf Ziya, Halit Fahri, Faruk Nafiz, Enis Behiç...


Şiir olmayan yerde insan sevgisi de olmaz. İnsanı insana ancak şiir sevdirir. Yoksa cinayetler alır yürür. İnsan, insan yüzüne bakamaz olur. Şiir; büyük laflar, sözde büyük düşünceler, sahte vatanperverane lakırdılar, boş ahlak kaideleri değildir. Şiir insanı insana yaklaştıran şeydir. Harpler şairsizlikten çıkar. Cinayetler şiirin okunmadığı yerlerde işlenir. Kuvvetli insan, şiir sevmediği için zayıf insanı döver.

Bir delikanlı Orhan'ın şiirlerini okumuşsa içi titremeden, gözü yaşarmadan insana, ağaca, kuşa, taşa, toprağa, Ankara'ya, İstanbul'a bakamaz; kaldırımına tüküremez, ağacını kesemez; sokakta kendi halinde, sakalı ağarmış, paltosu yırtık, üfürsen uçacak bir adamın -Süleyman Efendi budur diye- eline sarılmadan edemez olur.

Orhan'ın şiirini okuyan kız, erkek, kimseyi öldüremez, kimseye sövemez.

Ama sinemalarında gençlere sıram sıram Osmanlı padişahları gösterilen, eğlence yerlerinde cırtlak hanımların "Vuslatın başka âlem" diye utanmadan haykırıştıkları şehirlilerin mekteplerinde Orhan'ın şiirleri elbette okutulamaz.

Türkçe Orhan'ın elinde bugüne kadar bilmediğimiz hale gelmişti. Biz Türkçemize neler, ne ukalalıklar, ne yabancılıklar takmış, ne paçavralar giydirmiştik. O, Türkçeyi soyuvermiş, yakışır urbalar giydirmişti. Aman şu Türkçe ne güzel şeymiş dedik. Birçoklarımız dedik. Dedik amma yine de mektep kitaplarına bu Türkçeyi yakıştıramadık. Toplantılarımızda, konferanslarımızda, büyük büyük gazetelerimizde;

Karlar ki bütün elhanı mezâmir-i sükutun

diye başladık,

O yerlerde saba bir bestekâr-ı serseridir ki,

Perişan nağmeler perran olur güya eninden

O yerlerde güneş mahmuru fikret bir peridir ki

Doğar sevdalı akşamlar nigâh-ı vâpesininden

diye inşat ettik.

Şöyle Orhan'ın bir kitabından şöylece bir sayfa açıp da:

Bilmem ki nasıl anlatsam,

Nasıl, nasıl size derdimi,

Bir dert ki yürekler acısı,

Bir dert ki düşman başına,

Gönül yarası desem,

Değil,

Ekmek parası desem,

Değil,

Bir dert ki,

Dayanılır şey değil.

Hemen:

- Evet, fena değil; güzel. Çok güzel, çok güzel ama bilmem ki şiir bu mu? Bence bunlar güzel lakırdılar. Ama bakın nigâh-ı vâpesin; son nefeste anılan nigâh, sevdalı akşamlar doğuran nigâh... Bir serseri bestekâr olan sabah rüzgârı ne buluş efendim, ne büyüklük, ne ihtişam!

- Doğru beyefendi, hakkınız var.

Ne atom bombası,

Ne Londra konferansı,

Bir elinde cımbız,

Bir elinde ayna,

Umurunda mı dünya?

Üzülme keyfine bak Orhan! Mektepten çıkar çıkmaz senin şiirini okuyanlarla dolacak Türkçe konuşan her köyümüz, her şehrimiz. Ben senin şu aşağıya yazacağım şiirini yeniden okudum bugün. Daha çok güzelleri var ya, bugün şu şiir canımı yaktı birdenbire:

Öteki dünyada akşam vakitleri,

Fabrikamızın paydos saatinde.

Bizi evlerimize götürecek olan yol,

Böyle yokuş değilse eğer,

Ölüm hiç de fena bir şey değil.


(Varlık, 1.9.1954)


SAİT FAİK ABASIYANIK

Sait Faik Bütün Eserleri 9, S. 195