Milan Kundera'nın okuduğum ilk eseri. Romanın objektif bir değerlendirmesinden ziyade, zihnimde yarattığı yankılar ve kendime notlar:
Çekya'nın tarihini, kültürel ve folklorel yapısını, bireyselleşmenin getirdiği varoluş sorunlarını, aile yapısının kaçınılmaz yıkımını, arkadaşlık ve aşk ilişkilerinin dinamiğini ve hüznünü trajik olaylarla sorgulayarak ele almış Milan Kundera. Ludvik'in, ve diğer karakterlerin hikayeleri, kendi varoluş çıkmazlarımı iyice gün yüzüne çıkardı. Bu nedenle de Çekya'nın içinden geçtiği dönem ve yaşanan politik sorunlardan, akımlardan ziyade bunların bireyler üzerindeki etkileri, günümüzde de devam eden benzerliklerine odaklandım istemsizce.
Bir insan en çok inandığı kurum veya idea tarafından dışlanır, onun dışında bırakılırsa elinde ne kalır? Bu durumda, Ludvik'in nefrete bürünmek dışında bir seçimi kalmıyor, bu nefretini de hayatındaki bazı insanlar üzerinden somutlaştırıyor. Bizler için de öyle mi, hayatımızı anlamlı kılan şeyler anlamını yitirirse, ne yaparız?
Jaroslav, artık bir orkestrada çalamayacaksa, anlamı başka bir şeyde bulabilecek mi? Ludvik'e göre bulamayacak, artık yazgısı sonuna vardı; ve acı bir gerçekle açıklıyor bunu: "bir insanın yazgısının, çoğu zaman, ölümden çok önce sona erdiği, son anın ölümle eşzamanlı olmadığı düşüncesine kaptırdım kendimi." İnsan yazgısının ne olduğunu hangi noktada bulur, ya da bulduğunu sanar? Bu bocalama sürüp giderken, nasıl yaşanır? Ludvik'e göre, bu bir 'bitmemişlik, tamamlanmamışlık':
"Gençler rol yapıyorlarsa, aslında bu onların suçu sayılmaz. Yaşam, bu bitmemiş, tamamlanmamış yaratıkları, tamamlanmamış bir dünyanın içine daldırıyor ve onlardan olgun bir adam gibi davranmaları isteniyor. Onlar da bu yüzden, moda olan ve kendilerine yakışan, hoşlarına giden kalıpları, modelleri benimsemekte acele ediyorlar ve rol yapıyorlar." Kendisini de pek çok yüzü olan, her biri de gerçek olan biri olarak tanımlıyor. "Çeşitli yüzlerim vardı, çünkü gençtim; kim olduğumu ve kim olmak istediğimi kendim de bilmiyordum. Bütün bu yüzler arasındaki orantısızlık bana yine de korku veriyordu; hiçbirine tam anlamıyla uymuyordum ve bu yüzlerin arkasında, bocalayarak ve körlemesine gelişiyordum." Bir başka yol mümkün mü, bocalama ve körlemenin olmadığı?
Peki bir insan mutlu hissedebilmek için, toplumda yer edinebilmek, kendi Morevya'sına geri dönebilmek zorunda mıdır, aidiyet yalnızca doğup büyüdüğümüz topraklarda mı bulunur? Aidiyet hissedemeyen bir insanın hali ne olur?
"Üzüntülü ve melankolik bir anlaşma kadar insanları birbirine çabuk yakınlaştıran hiçbir şey olamaz, bu yakınlaşma çoğu kez aldatıcı bile olsa. Sakin bir suç ortaklığının oluşturduğu bu ortam, insanın içindeki her türlü korku ve baskıyı uyutur, ince ruhlular kadar kaba saba olanlar da bunu sezinler. Bu, insanlar arasında en kolay yakınlaşma biçimi olmakla birlikte benzeri az bulunur." Bu mudur acaba bizi ait hissetmeye en çok yaklaştıran?
Bir çeyrek yüzyılı tamamladığım bu sene, bu sorulara hala bir yanıtım yok. Acaba Kundera, bir yanıt bulabilmiş miydi?