Bu gecenin ardından tam yedi yıl geçmesine rağmen İlyas eve gelmemişti. Hatta ailesiyle bağı öylesine kopmuştu ki, vefat eden annesi Nida Hanım'ın cenazesine dahi gelmemiş, belki de haberi bile olmamıştı. Bir gece ansızın bu dünyadan göç eden Nida Hanım'ın ölüm sebebi ise kayıtlara ecel olarak geçmek zorunda kalmıştı çünkü kahırdan ölmenin bir karşılığı yoktu. Yıllarca oğlundan haber alamamış, bu yüzden yüreğinin acısına yenik düşerek sessiz sedasız canını vermişti. Onun ölümüne tanık olan herkes sebebini biliyor bu yüzden annesinin cenazesinden bile habersiz olan İlyas'a içten içe düşmanlaşıyorlardı.
Eşinin vefatından sonra Yasin Hoca'da iyice güçten düşmüş artık konuşmamaya başlamıştı. Vücudu yaşlılığa iyice kurban gitmeye başlamış, yemekten, sudan uzaklaşmıştı. Namazlarını evde kılıyor, cemaatla kılınan namazlara da güçlükle katılıyordu. Abdullah Hoca ile de artık konuşmuyor, sadece baş selamı vererek yanından ayrılıyordu. Abdullah Hoca ise ona her gün dua ediyor ve İdris ile onun hakkında ne yapabileceklerini tartışıyorlardı. Yıllar geçmesine rağmen yapabilecek hiçbir şeyleri olmamıştı. İlyas'tan haber almak için yaptıkları her şey boşa gitmiş ve kendisine de asla ulaşamamışlardı. Eğer onu bulabilmiş olsalardı bir ihtimal helâlleşerek acıların dinebileceğine inanıyorlardı ancak bu hiçbir zaman olmamıştı. Yasin Hoca, artık kaderine mahkûmdu.
O defterde her ne yazılmıştı henüz kimse bilmiyordu. Ve bilen iki kişiden biri sırra kadem basmış, diğeri lâl olmuştu. İdris yıllarca bunu düşünerek yaşamış, Zehra ise kayınbabasının kızaran yüzünü tarif etmekten başka bir şey söyleyemiyordu o güne dair. Bu bilinmezliğin içerisinde Yasin Hoca'ya ne kadar yalvarsalar da tek kelâm etmemiş, karşılığında ise hep diş göstermişti. Nihayetinde bu şekilde yıllar geçmiş ve belki de bir kelime yahut bir cümle, kim bilir belki de bir şiir, bu ailenin dehşete düşmesine sebep olmuştu. Kim bilir, daha kaç yıl böyle de geçecekti ve eğer İlyas bir yerlerden çıkıp gelmezse, hastalıklarla boğuşan ve ölmek üzere olan babasının da cenazesini göremeyecekti. Çünkü Yasin Hoca da tıpkı can yoldaşı Remzi Efendi gibi ölümüne yaklaştığının farkındaydı ancak döşeğinde onun kadar rahat değildi.
İlyas'ın sırra kadem basmasının ardından tam on yıl geçmişti. İdrisin küçük oğlu Remzi serpilmeye başlamış ve diğer herkes haddinden hızlı yaşlanmıştı. Yasin Hoca artık yatağına bile uzanmamaya başlamış, pencere önündeki koltukta uyuyor ve bacakları onu ayakta tutamadığı için koltukta namazını kılıyordu. Zor bela aldığı abdestiyle neredeyse tüm vakitlerini tamamlamaya çalışıyordu. Son kıldığı sabah namazından sonra oturduğu koltuktan pencereyi seyrederken dona kalmış ve yüzü iyice kızarmıştı. Remzi Efendi'den aldığı ve Nida Hanım'ın vefatından sonra elinden düşürmediği "ya" harfini daha sıkı tutarak kırıldıldığını hissettiğinde kendini serbest bırakmıştı. Yüzünde artık ruhani bir tebessüm belli oluyordu. Hiç beklenmedik şekilde doğrulup abdest almaya gitti. O'nun tıkırtılarını duyan Zehra bir ihtiyacı olur mu diye odasının kapısında beklerden kapı çalmış ve camiiden gelen İdris'i karşılamıştı. İdris, az önce namazını kıldığını bildiği babasına neden tekrar abdest aldığını soramadı çünkü Yasin Hoca konuşmayacaktı. İdris ve Zehra sessiz sedasız uyuyacakları bir kaç saat için yataklarına, Yasin Hoca ise pencere önündeki koltuğuna geri dönmüştü.
Zehra'dan önce uyanan İdris, oğlu Remzi'yi kaldırmadan önce salona geçip elinde kırık "ya" harfini tutan, gözleri açık ve ruhsuz duran babasını gördüğünde öldüğünü nedense hemen anlayıvermişti. Bu sırada İlyas ise yıllar önce hışımla terk ettiği ailesinden helâllik almaya ve sanat camiasında başardığı işler karşılığında edindiği maddi servetin müjdesini vermek için kapıyı çalmak üzere hazırlanıyordu, elinde ise sımsıkı tuttuğu "elif" hafi vardı.
Olanlar olmuş, cenazeden önce Yasin Hoca'nın ilanını vermek için hazırlıklar yapılmıştı. Abdullah Hoca kederlice aldığı nefesle selâya başlayacakken ağlamaklı bir ses ondan önce davranmıştı. Öyle ağlamaklıydı ki daha önce duyulmamış makamlarla okunuyor ve hıçkırıkların arasında sözler sürekli tekrar ediyordu. İdris hışımla, minarede feryatlar içerisinde selâ veren İlyas'ı susturmak için cüret etse de, Abdullah Hoca onu tutmuş ve önce kendi sonra da kolundan sıkıca tuttuğu İdris'in gözyaşlarını silmişti. Her ne hikmetse duydukları selâ çok acıklı gelmiş ve kalpleri yeşermişti. Biten selânın ardından ise şiddetli bir gümbürtü sesi işitilmişti.