Komşusu, ağabeyi bildiği Remzi Efendi'nin selâsını verirken ağlayacak olmuştu Yasin Hoca. Hatta Hûseyni makamında okuduğu selânın son kısmında dalgınlığa kapılıp Dilkeş-hâverân makamına geçtiyse de "seyyidel evveline vel ahirin" derken toparlamıştı. Remzi Efendi, ücrada toplanmış, şehir edebi görmemiş bu kuytu mahallenin en saygıdeğer sakinlerinden biri olarak bilinirdi. Yüreğindeki faniliği çoktan silmiş, kendini ilahi duyguların deryasına bırakmış; yaradanın yarattığı ne varsa sevgi ile karşılayan, kader işi tüm musibetleri hayra yoran ve bu ruhaniliği ilahen yüzünde nur gibi taşıyan, yaşı çoktan kemalin kemaline ermiş ve herkes tarafından sevilen, mahallenin en büyük ağabeğiydi. Seksen küsur yaşında vefat eden Remzi Efendi'ye efendi demelerinin sebebi ise zamanında memurluktan sebep devlet adabı görmüş hatta birkaç ses getirmiş siyaset adamıyla da aynı masada oturmuş olmasıydı. Emekliye ayrıldıktan sonra doğduğu bu kuytu mahalleye taşınıp eşiyle; Allah'ın emri ölümü beklemeye başlamışlardı. Rahmetli Fatma Hanım ondan on beş sene evvel göçmüş, geride hayırsız üç çocuk ve gözü yaşlı eşini bırakmıştı. İşte o günden beri tüm mahalle seferber olup ağabeylerine yardım etmekte, ara sıra evini temizleyerek, öğlenleri sıcak bir tas çorba ikram ederek hayır duasını almaktaydı. Yaşlılıktan eli pek de iş tutmadığı için tüm bu hayırları mahcup karşılayan Remzi Efendi, herkese yaptığı iyiliklerin karşılığını alması için ancak dua edebiliyordu. Hoş kimse ondan maddi bir kısas istemese de o dayanamaz, yoldan topladığı ağaç parçalarından yaptığı; elif, hâ, dal, ra, sin, sad, tı, ayın, kef, lam, mim, vav, he, lâmelif, yâ harflerini günlerce çakısıyla işledikten sonra kendisine iyilik yapanlara takdim ederdi. Bu hediyeyi alan çocuklar mutlu mesut analarına, babalarına götürmeye gider, büyükler ise elini öperek karşılık verirdi. Mahallelinin onu sevmesinin sebebi ise kimseye bir zararı dokunmadığı gibi, herkese bir şeyler öğretmesiydi. Okul çağındaki çocuklara anlamadığı dersleri öğretir, ona hayat hakkında soru soran yetişkinlere ise haddine olmadığını da söyleyerek tavsiyeler verirdi. Hayatı boyunca ilmin peşini bırakmamış, bulanık gören gözlerine rağmen kendini okumaya ve yazmaya adamış, bu yüzden bilgisine ve doğruluğuna tüm ahali kanaat getirmişti. Çoğu zaman elinde çeşitli fıkıh kitapları, ara sıra da mahallelinin pek de anlamadığı dünya klasikleri görülürdü. Remzi Efendi tüm bunların yanında dinibütün biri olduğu için ayrıca saygı duyulur, ara sıra camiide yapılan sohbetlerde bildiklerini anlatması rica edilirdi.
Yasin Hoca selâyı bitirirken neredeyse tüm ahali kapılarının önünde, cami avlusunda ve yollarda öylece, merhumun adına yapılan, acıklı ilanı pür dikkat dinliyordu. Sanki vefat eden kişinin kim olduğu bilinmiyormuşcasına dinliyordu herkes. Oysa mahallede Remzi Efendi'nin vefatını duymayan tek bir kimse bile yoktu. İlanın ikinci tekrarı edilirken ölümün gerçekliği de artmış, artık çoğu kişi kendi hayatını sorgulamaya koyulmuştu.
"... Öğlen namazına müteakip, camiimizde kılınacaktır."
Yasin Hoca bu ölümün zamansız olmadığının farkında ancak yine de çok üzülmüş, günlerce etkisinden çıkamamıştı çünkü aralarında iyi bir dostluk vardı. Neredeyse kendi yaşının iki katı olmasına rağmen Remzi Efendi'nin kendisine "arkadaş" diye seslenmesi hoşuna gidiyordu. Çoğu zaman onu kendisinden bilgili zannediyor ancak bu bilginin ona karşı hiçbir zaman böbürlenerek aktarılmaması merhumu onun için daha değerli kılıyordu. Hatta bazı zamanlarda harcıfıtrat kibrini bir kenara bırakıp ona sorular sorduğu bile oluyordu. Bu sorular genellikle ezbere bildiği islam ilminden değil, insan ilmiyle ilgili oluyordu. Remzi Efendi insan davranışı konusunda çok bilgili, devletin farklı şehirlerdeki vazifeleri neticesiyle de çokça tecürbeli olduğu için, arkadaşının bu bilgilerinden fırsat buldukça yararlanırdı.
Dört gün önce ise son konuşmalarını yapmışlardı. Remzi Efendi elden ayaktan iyice kesilmiş, ruhunun bedenini terk etmesini beklerken, başında dualar okuyan Yasin Hoca'nın tavırlarından güç bela dilinde bir soru beklediğini anlamıştı. Duasını bitirir bitirmez bu soruyu duymak için hamle yapmıştı.
"Sor arkadaş sor, bakma! Ölüm döşeğim rahat." Dedi, zorlanarak.
"Estağfurullah ağabey. Sen istirahatine bak iyisi mi" Diye, karşılık verdi.
"Sen beni düşünme, zaten Allah izin verirse sonsuz istirahate ererim. Nedir senin canını sıkan?" Diye, üsteledi.
"Ağabey, bizim İlyas. Bacak kadar boyuyla türlü türlü şeyler aklediyor. Ben bu camiinin imamı olmasam iki sopa atar aklından silerim tüm o şirkleri, mahallenin dedikodusuna da sırtımı döner yaşarım. Ama korkum millet duyar "koskoca imam oğluna iman verememiş biz nasıl ardında saf tutalım" der. Der mi derler ağabey. Kaç kez dedim böyle şeyler düşünme. Her suallerine saatlerce cevap verdiğim de oldu, anlıyor, başını sallıyor, günler geçiyor bir bakıyorsun tövbeestağfurullah bir abdestle tüm vakitleri kıldığı oluyor. Vallahi kanım kuruyor ağabey zor tutuyorum kendimi. İmam olmasam."
Yasin Hoca konuşurken sürekli yere bakmış, anlaşılan zihninde İlyas'ı hayal etmişti. Sol yumruğu ise konuşurken sürekli sıkılı kalmış, susunca dahi açmamıştı. Gözleri bir küçülüyor, bir büyüyordu.
"Bak arkadaş! Ana babanın imtihanı her daim evlattır. Ancak istediği gibi bir evlat yetiştirmektense, evladının istediği gibi olmasına önayak olursa geçer bu imtihanı ana babalar. Senin oğlanın aklına, kalbine belli ki takılan şeyler var. Sabır edip cevap vermekten başka çaren var mıdır? Oğlanın aklına yatar da bu hallerinden cayarsa ona, caymazsa ona. Kıldığı namazları eğer sana niyetle kılıyorsa ona da yazık. Evladının zihnini, kalbini değiştirmedikten sonra her rekatta abdest alsa ne yazar?" Nefes aldı ve devam etti.
"İyilik de, kötülük de kalpte başlar. Rabbin hesabı bilinmez, ancak iyilik olmayan bir kalp bu dünya için hiç yararlı değil arkadaş. Bana kalırsa sen evladına iyilik ver, imanı o bulursa bulsun. Ha! Bir de, o yumruğun eğer sıkı kalırsa muhakkak açmak için vurman gerek, benim haddime değil hoca olan sensin ama, zarar vermek de günahtır be arkadaş."
Cenaze namazına tüm mahalle gelmişti. Hatta çevre mahallelerden birkaç tanıdık yüz de oradaydı. Neredeyse iki yüz insan, camiinin avlusuna sığamayıp yolları doldurmuştu. Ön safta Remzi Efendi'nin bayramdan bayrama görünen kelli felli üç oğlu ve belli belirsiz akrabaları vardı. Oğullar, cenazeden bihaber duruşlarıyla herkesin dikkatini çekiyordu. Başsağlığı dileyen herkese neredeyse gülümseyerek teşekkür etmeleri Yasin Hoca'nın küçük oğlu İlyas'ın gözünden kaçmamış, buna iyice şaşırmıştı. Küçük aklıyla bunu sorgulamak istediyse de sürekli birilerinin verdiği işler yüzünden dikkati dağılıyordu. Remzi Efendi'nin oğulları millete yor yordam gösterecek değillerdi; çünkü ne şadırvanın yerini bilirlerdi ne de başsağlığı dileyenlere ne kadar kolonya dökeceklerini. Bu yüzden bu ıvır zıvır işleri Remzi Efendi'nin manevi kardeşi Yasin Hoca'nın oğulları İdris ve İlyas'a yaptırmakta karar kılmışlardı.
İdris, ilahiyat üniversitesini yeni bitirmiş, askerlik vazifesi için yüce devletten tayin bekliyordu. Döndüğünde ise memuriyet ve din hizmetleri sınavlarına girip babası gibi imam olmak için şimdiden hazırlanmaya başlamıştı. Annesi Nida Hanım İdris için şimdiden makul bir gelin arayışına girmiş, soran olursa oğlunun imam olacağını göğsünü gere gere söyler bundan mutluluk duyardı. İdris, hem ahlakıyla hem ağırbaşlılığıyla küçüklüğünden bu yana sevilirdi. Namazlarını hep cemaatle kılar, küçük çocuklara cüz dersi verir ve elinden geldiğince bildiği ilmi başkalarına aktarır, bilmediklerini ise babasından tasdik edip öyle neşrederdi. Cemaatte bekar kızı olanlar onun iyice büyümesini, işini gücünü eline aldığında hayırlı bir iş için kapılarında bekleyebileceklerini Yasin Hoca'ya sürekli söylerdi. Hatta Remzi Efendi de İdris henüz üniversite tahsiline başlamamışken onun kıldığı namazların hayrına atıfta bulunarak, dikkatli baktığında secde eden bir insana benzediğini, onun da yüzünün secdeden kalkmamasını temmeni edip, hayırlı bir insan olması için dua edeceğini söyleyerek kendi eliyle oyduğu 'mim' harfini hediye etmiş, İdris'i oldukça mesut etmişti.
İş, İlyas için böyle değildi. Aynı tezgahtan çıkmalarına rağmen İlyas ailesi tarafından pek dinibütün sanılmaz, bunu da millete göstermemesi sürekli telkin edilirdi. İmam oğlu olmasına rağmen bazı vakitlerde hastalık bahane ederek camiiye gitmez, namazını evde kılacağını söylerdi. Nida Hanım on sene evvelki trafik kazası sebebiyle bacakları tutmadığı için diğer odada namaz kıldığını söyleyen İlyas'ın gerçekten kılıp kılmadığını tayin edemiyor ancak günahını da almamaya dikkat ediyordu. Yasin Hoca cemaatle kılmadığı namazlarını annesinin önünde kılmasını, ne olur ne olmaz yatalak kadının bir şeye ihtiyacı olursa diye orada bulunması gerektiğini söylerdi. İlyas, cemaat dışında kılınan namazların kimsenin önünde kılınmaması gerektiği hakkında şeyler söylerken Yasin Hoca bu bilginin doğru ve hayırlı olmadığına İlyas'ı ikna etmeye çalışırdı. Böyle hükümler vermenin imanını zedeleyeceğini, önü sonu olmayan bir inanca dönüşeceğini sürekli söylese de İlyas, haddi olmayan şeyler söyleyeme devam ederek babası ve annesinin tövbeler etmesini sağlıyordu.
Bir gün, Remzi Efendi'ye babasının şehir merkezinden aldığı lokum ve keçiboynuzu pekmezini götürürken yolda canı çekmiş, peçete içindeki on lokumdan beş tanesini yemiş, pekmeze de parmağını birkaç kere daldırmıştı. Remzi Efendi'nin evine varıp ikramları verdiğinde adetten soluklanıp hâl hatır soracakken içerden tepsiyle gelen yaşlı adamı görünce kalkıp tepsiyi elinden almış, çay tabağındaki beş lokumu, iki çay kaşığı batırılmış kase içindeki pekmezi ve birkaç parça ekmeği görünce, İlyas'ın yediği lokumlar boğazına dizilmişti. Remzi Efendi hazır çayı olmadığını, ancak vakti varsa hemen demleyebileceğini söylediğinde İlyas, iyice utanmış çayı kendisinin demleyebileceğini söyleyerek mutfağa gitmişti. Çay demlenene kadar ocağın başında beklemiş, kaynadığında iki bardak ile içeri gitmiş, ne lokuma ne pekmeze ne de ekmeğe dokunulmadığını gördüğünde Remzi Efendi'ye neden yemediğini sormuştu. Kendisinin misafir olduğunu, önce onun yemeye başlamasını söylediğinde neredeyse kıpkırmızı olacaktı. Pek iştahı olmadığını söylediğinde Remzi Efendi müsaade isteyip bir lokum yiyerek "ziyade olsun" demiş, İlyastan çay doldurmasını rica etmişti. İlyas evden ayrıldıktan sonra Remzi Efendi'nin aklına Yasin Hoca ile yıllar önce aralarındaki on lokumluk borç gelmişti. Şehir merkezinden yeni dönmüş, yolda karşılaştığı Yasin Hoca'nın küçük oğlu İlyas, elindeki poşette gördüğü lokum için bağır çağır ağlayıverince lokumların yarısını bir peçeteye sarıp İlyas'a vermişti. Yasin Hoca, bunu ancak borç olarak kabul edeceğini, misafirlikte de olmadıkları için ikram sayılmayacağını ve lokum alabilecek maddi gücü olduğu için karşılıksız kabul edemeyeceğini söylediğinde onu onaylayıp yoluna devam etmişti. İş ki Yasin Hoca borcunu unutmuş, yıllar sonra aklına gelmiş, kendini affettirmek için ağzı iyice tatlansın diye de lokumların yanına pekmez eklemiş olsa gerekti. Remzi Efendi, Yasin Hoca'nın borcuna sadık olacağını bildiğinden, eksik olan beş lokumun lafını etmemiş, İlyas'ın yolda yarısını yediğinin farkında ancak nefsinin tam körelmediğini düşündüğü için kalan beş lokumu da ikram etmek istemişti.
Musalla başındaki Yasin Hoca helallik istemeden önce sesi titremesin diye boğazını iyice temizledi. Tüm kalabalık huşu içinde haklarını helal ederken Yasin Hoca ve İdris göz yaşlarına hakim olmamış, birkaç damlanın yanaklarına akmasına izin vermişti. Merhumun naaşı Demirci Hüseyin'in pikapıyla mezarlığa götürülmek üzere hazırlandı. Ölmeden önce Yasin Hoca'ya iyice tembihlemiş, cenaze işleri için devletin imkanlarını zorlamamasını, mahallesinin çok ücrada kaldığını bahane ederek belediye işlerini boşuna zahmet ettirmemesini, mezarlığın da yakın olması sebebiyle cenaze nakil aracına ille de gerek olmadığını, Demirci Hüseyin'e rica ettini ve naaşının camiiden mezarlığa onun pikapıyla götürmeleri gerekiğini söylemişti. Yasin Hoca merhumun akli dengesi yerinde iken söylediği her şeyin vasiyet sayılacağını bildiği için bunu yerine getirmişti.
Demirci Hüseyin direksiyonun başına geçtiğinde yanına kimin oturacağının tartışması başlamıştı. Remzi Efendi'nin üç oğlu kendi aralarında didişiyor, büyük ve ortancanın en küçüklerinin pikapın kasasında gidebileceğini, iki ağabeyinin de ön koltuğa sıkışmaları gerektiğini kabul ettirmeye çalışıyorlardı. Küçük oğul ise kıyafetlerinin kirlenebileceğini, araba bir çukur ya da tümseğe geldiğinde dengesini kaybedip düşebileceğini bahane ederek üçününde ön koltuğa sıkışmaları gerektiğini savunuyordu. Yasin Hoca bu tartışmalara dayanamadığı için üç kardeşi de yanına çağırıp merhum ile birlikte mezarlığa gidip gitmemenin bir önemi olmadığını, bu yüzden kendi arabaları ile arkadan takip edebileceklerini söyleyerek onlara bunu kabul ettirdi. Nihayetinde Demirci Hüseyin ile Yasin Hoca arabaya binmiş, arka tarafta ise Remzi Efendi'nin sağına İdris, soluna İlyas geçmişti. Yol boyunca dualar mırıldanan Yasin Hoca'nın yanakları belli belirsiz ıslak, Demirci Hüseyin ise merhumun vazifesini yerine getirdiğinden vakur bir şekilde ardından iyi niyetler söyleyerek ağır ağır gidiyorlardı.
Yasin Hoca, Hüseyin'in biraz daha yavaş gitmesini söyleyerek "Teşyi halinde iken mevtânın peşinden gitmek sevaptır, biniti olmayanlara yazık olmasın, olabildiğince yavaş git" diye, ekledi. Hüseyin başını tek sefer sallayarak Remzi Efendi hakkında söylediği iyi niyetlere devam etti. İdris, ellerini yüzüne sürüp "amin" dedikten sonra, eûzü besmele çekerek yeni bir duaya başladı. İlyas ise ağır ağır giden pikapın arkasındaki kalabalığı izliyordu. İdris duasını bitirdiğinde İlyas'a dönerek:
"Adam hakkın rahmetine kavuştuğundan beri elini açıp bir dua okumadın İlyas, gözünde hiç mi değeri yok Remzi Efendi'nin." Dedi.
"Remzi Amca babamdan sonra gelir bilirsin, hepimiz için öyle."
"O halde neden iki dua okuyup ahireti için bir şeyler yapmıyorsun."
"Ben kalbimle dua ediyorum ağabey, hem mevtânın yanında böyle şeyleri konuşmak olmaz."
İdris, söyleneni haklı bulduğu için içindeki suallerini bastırarak dualarına devam etti. Az sonra mezarlığın girişine vardıklarında cenazeyi takip eden kalabalığın gelmelerini beklediler. Camii avlusundaki kalabalığın neredeyse yarısı eksilmiş, bu halde bile oldukça kalabalıktı mezarlığın girişi. Pikapın arka kapağını açıp Remzi Efendi’nin oğullarını beklediler. Nihayet onlar da mezarlığın girişine vardıklarında Yasin Hoca birkaç kelam etmek için karşısındaki kalabalığa doğru sessiz olmalarını telkin ediyormuş gibi elini havaya kaldırdı.
“Birazdan benim de hepiniz gibi gönülden sevdiğim, saygı duyduğum ağabeyimizi defnedeceğiz. Lakin birkaç husus belirtmekte fayda var. Evvela mevtâyı mezarına götürürken içlerinden en yakınlarınız taşımaya başlasın. Kimse tabutu sırtlamak için birbirinin hakkına girmemelidir. Bu, merhuma saygısızlık olacağı gibi mümine de iyi gelmeyecektir. Tabutu omuzlayanınızın on adım atması makuldür. Defin sırasında oturmayınız, kadınlar kendilerini ruhen ve bedenen iyi bulmaz ise oturmalarında sakınca yoktur. Merhumu gömerken söyleyeceklerimi harfiyen yerine getirir iseniz inşallah kazasız belasız defni sağlayacağız. Allah yardımcımız olsun. ‘İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.’ Biz Allah’ınız ve elbette O’na döneceğiz.”
Remzi Efendi'nin oğulları, payına düşen toprağı atarken vakur duruşlarını bozmamışlardı. Sırasıyla kırk iki, kırk sekiz ve elli yaşındaki oğulları attıkları topraktan sonra paçalarını ve ceketlerinin ucunu silkelemeyi de ihmal etmemişlerdi. En küçük oğlu iki üç kürek toprak attıktan sonra küreği Yasin Hoca'nın büyük oğlu İdris'e uzattı fakat İdris küreği yere bırakmasını söyledi. Bunun üzerine küreği yerden alan İdris toprak atmaya devam ederek sırasını kardeşi İlyas'a bıraktı. Remzi Efendi'nin oğulları ise Mezarın başına geçip kendi oğullarıyla birlikte defin işlemini izliyor ara sıra kendi aralarında fısıltılarla konuşuyorlardı. Merhum defnedildikten sonra mezarlıkta sadece Yasin Hoca'nın sesi duyuluyordu artık. Mülk, Vâkıa, İhlâs, Felak ve Nâs surelerini okuduktan sonra Fâtiha ve Bakara surelerinin ilk beş ayetini okuyarak devam etti. Toprak sulandı ve Remzi Efendi son yolculuğuna uğurlanarak onu tanıyan son kişi ölene dek dünyada ismen, ahrette ise ilelebet yaşama mertebesine erişti.
Zaman, dünyada yaşayanlar için çok önemli bir meşgaleymiş gibi hızla akmış ve bu elim olayın üzerinden dokuz yıl geçmişti. İdris, ailesinin vasıtasıyla efendiliği ile bilinen Zehrayla evlenmiş ve evlendikleri günden beri ailesiyle yaşamaya devam etmişti. Memurluk sınavı da hayırla sonuçlanmış ve istediği gibi, babası gibi imam olmuştu. Nida Hanım'ın felçli olması sebebiyle İdris'in Diyanet İşleri'ne gönderdiği tayin talebi olumlu karşılanmış ve mahallenin diğer camiisindeki imamın da emekliye ayrılması sonucunda orada imamlık görevine başlamıştı. Böylelikle Zehra, kayınvalidesi iş tutamadığı için ayrıca evlerine çekidüzen de veriyordu. Evliliklerinin sekizinci yılında Zehra'nın illet kısırganlığı da iyileşmiş ve umutla bekledikleri çocuk haberini aldıklarında iyice mutlu olmuşlardı. İkisi de otuz yaşında henüz çocuk sahibi olacaklardı.
İlyas askerden yeni gelmiş, üniversite okuyamadığı için işsiz sayılırdı. Ara sıra mahalle camiisinin altındaki kahvehanede çaycılık yaparak kendi parasını kazanıyor, ailesine yük olmamaya çalışıyordu. Babası bu durumdan memnun olmasa da yapacak bir şeyi olmadığı için İlyas'a en azından bir zanaat öğrenmesi gerektiğini, yoksa çaycılık yapmakla bir yere gelinemeyeceğini sürekli dile getiriyordu. Ağabeyi İdris, birlikte ders çalışıp onu üniversite sınavına hazırlayabileceğini söylüyor, annesi Nida Hanım ise lise mezuniyetiyle de diyanette bir işe girebileceğini yeter ki memurluk sınavına gayretle çalışması gerektiğini söylüyordu. İlyas, ilahiyat okumayı yıllar önce reddetmiş ve din görevlisi olmak istemediğini zorla da olsa ailesine kabul ettirmişti. Üniversite sınavındaki başarısı ise onu iyi yerlere getirecek bir bölüme yetmediği için okumamayı tercih etmiş ve ara sıra çaycılık ara sıra ise farklı günlük işlerle vaktini geçirmişti.
Ailesinin verdiği tavsiyeleri reddedip ona ne yapmak istediği sorulduğunda ise yıllardır aynı şeyi söylüyordu. İlyas, yanık sesini, söz yazma ve saz çalma kabiliyetini kullanarak şarkılar yapmak istediğini söylediğinde ise her seferinde tersleniyor ve işe yaramayacak meşgalelerle uğraşmaması gerektiği karşılığını alıyordu. Ancak İlyas, lise yıllarında biriktirdiği paralarla aldığı sazı o zamanlardan beri ustaca çalıyor ve evde gizlediği defterine ise yıllardır dokunaklı şiir ve şarkı sözleri yazıyordu. Hoş, kimse evde saz çalmasını tebrik etmiyor, hatta batıla hizmet ettiğini söyleyerek sürekli bastırıyordu.
Geçen yıllar içerisinde Yasin Hoca da iyice yaşlanmış ve görevinden emekli olmuştu. Mahallenin camiisine yeni gelen ve kendisinden yaşça küçük Abdullah Hoca ile de tanış olmuş ve artık ağabey kardeş gibi yaşamaya başlamışlardı. Hiçbir vakit namazını kaçırmıyor, tüm vakitlerde imamın arkasında saf tutuyordu. Yasin Hoca kardeşi saydığı Abdullah Hoca ile tüm sırlarını paylamış Remzi Efendi ile olan bağı hakkında da ona gönlünü açmıştı. Laf arasında oğlu İlyas'a karşı verdiği sınavı da anlatmış karşılıklı fikirlerini bağışlamışlardı. Abdullah Hoca'ya göre İlyas elbette bir imamın oğlundan beklenmeyecek şekilde davranıyordu ancak bu onu hayırsız ve kötü bir insan yapmazdı. Her ne olursa olsun bir baba oğluna karşı nefis mücadelesi vermemeli aksine onun önce bu dünyaya yararlı olabilmesini sağlamalıydı. Yasin Hoca bu düşüncelere karşı Abdullah Hocanın çocuklarının henüz küçük olduğunu bu sebepten henüz kendisini anlayabilecek düzeyde olmadığını söylerdi. Ancak sonunda her ikisi de her şeyden öte birer mümin olarak ellerinden geleni yapıp gerisini Allah'a havale etme konusunda hemfikir olurlardı.
Gelini Zehra'ya, Remzi Efendinin kendisine verdiği doksan dokuzluk kehribar tesbihi bulmasını rica eden Yasin Hoca yardım niyetiyle kendisi de aramaya koyulmuş ancak nereye baksa da bulamamıştı. Yıllar önce oğlu İlyas'a verdiğini hatırlayıp bir de onun odasına bakmak istediyse de bunun ayıp olduğunu düşünerek vazgeçmişti. Ancak Yasin Hoca da nihayetinde bir insandı ve ara sıra kendisine yenik düşüyordu. Çocuklarına attığı birkaç şamar dışında kendini tutamadığı pek fazla an aklına gelmediği için adalet tartısında kendini haklı görerek İlyas'ın odasında bulmuştu kendini. Çok oyalanmaması gerektiğini biliyor bu yüzden aklına ilk gelen yerlere bakıp çıkması gerektiğini düşünüyordu. Nitekim öyle de yapmış ancak baktığı ilk çekmecede karşısına çıkan defterdeki yazılanları okuyunca odadan tövbeler, istiğfarlar eşliğinde çıkmıştı. Kapının ağzında yüzü kıpkırmızı halde duran Yasin Hoca, gözleri dolmasın diye derin nefesler alıyor bir yandan da Allahtan af diliyor, bu affı tüm ailesine vermesi için yalvarıyordu. Kıpkırmızı gözleri ve seccadenin dibine koyduğu defter ile akşam namazını evde kılarak sessizce kanepesinde oturuyor, eşi Nida Hanımın sorularını cevapsız bırakıyordu. Gelini Zehra vakit namazını neden evde kıldığını düşünüyor, bir yandan elindeki defteri ne hikmetle ruh gibi tuttuğunu anlamaya çalışıyordu. Yasin Hoca gözlerini sıkıca kapamış, koltukta öylece oturuyordu ve evin içinde çok sinsi bir sessizlik sürüyordu.
Gelen kapı tıkırtısı ile gözleri açılan Yasin Hoca aheste adımlarla İlyas'ın odasına çıktı ve gelenin İlyas olduğunu bilerek, gelinine onu odasına göndermesini söyledi. Soğukkanlılıkla odasına giden İlyas babasından yediği tokatın acısından ziyade sebebini bilememenin verdiği huzursuzlukla kıvranıyordu. Gönül isterdi ki bu kısımları tüm detaylarıyla anlatalım ancak Yasin Hoca oğluna hiçbir açıklama yapmadan onu deyim yerindeyse eşek sudan gelinceye kadar dövmüş ve İlyas karşılık vermemişti. Nihayetinde hıncını alamasa da artık attığı tokatların hayrının dokunmayacağını anladığından mıdır bilinmez, Yasin Hoca durmuş ve çekmecede bulduğu bu gizemli defteri İlyas'ın suratına fırlatıp evden ayrılmıştı.
Suratı kana bulanan İlyas her şeyin sebebini anlamış ve ağlamaktan başka çözüm bulamamıştı. Evde ağlamayan kimse kalmamıştı, Zehra ve Nida Hanım da ne olduğunu bilmiyor sadece yaşananlar karşısında ağlayarak tepki veriyorlardı. Alelacele hazırlanmış bir bavul kaç dakika sürüyor ise o süre zarfında aşağı inmişti İlyas. Elindeki bavulu kapı ağzına bırakmış ve annesinin elini öperek hiçbir şey demeden çıkış gitmişti. Nida Hanım ne yapsındı ki? Uzandığı yerden bağıra çağır ağlayarak oğlunun gidişini izlemişti sadece. Biraz sonra gelen İdris'e olanları anlattılarsa da o, karşılığında yapacak bir şey bulamadı. Yatsıdan sonra gelen Yasin Hoca sessiz sedasız yatağına geçmiş ve kimse sinirini uyandırmak istemediği için beraberinde yataklarına geçmişti.
Bu gecenin ardından tam yedi yıl geçmesine rağmen İlyas eve gelmemişti. Hatta ailesiyle bağı öylesine kopmuştu ki, vefat eden annesi Nida Hanım'ın cenazesine dahi gelmemiş, belki de haberi bile olmamıştı. Bir gece ansızın bu dünyadan göç eden Nida Hanım'ın ölüm sebebi ise kayıtlara ecel olarak geçmek zorunda kalmıştı çünkü kahırdan ölmenin bir karşılığı yoktu. Yıllarca oğlundan haber alamamış, bu yüzden yüreğinin acısına yenik düşerek sessiz sedasız canını vermişti. Onun ölümüne tanık olan herkes sebebini biliyor bu yüzden annesinin cenazesinden bile habersiz olan İlyas'a içten içe düşmanlaşıyorlardı.
Eşinin vefatından sonra Yasin Hoca'da iyice güçten düşmüş artık konuşmamaya başlamıştı. Vücudu yaşlılığa iyice kurban gitmeye başlamış, yemekten, sudan uzaklaşmıştı. Namazlarını evde kılıyor, cemaatla kılınan namazlara da güçlükle katılıyordu. Abdullah Hoca ile de artık konuşmuyor, sadece baş selamı vererek yanından ayrılıyordu. Abdullah Hoca ise ona her gün dua ediyor ve İdris ile onun hakkında ne yapabileceklerini tartışıyorlardı. Yıllar geçmesine rağmen yapabilecek hiçbir şeyleri olmamıştı. İlyas'tan haber almak için yaptıkları her şey boşa gitmiş ve kendisine de asla ulaşamamışlardı. Eğer onu bulabilmiş olsalardı bir ihtimal helâlleşerek acıların dinebileceğine inanıyorlardı ancak bu hiçbir zaman olmamıştı. Yasin Hoca, artık kaderine mahkûmdu.
O defterde her ne yazılmıştı henüz kimse bilmiyordu. Ve bilen iki kişiden biri sırra kadem basmış, diğeri lâl olmuştu. İdris yıllarca bunu düşünerek yaşamış, Zehra ise kayınbabasının kızaran yüzünü tarif etmekten başka bir şey söyleyemiyordu o güne dair. Bu bilinmezliğin içerisinde Yasin Hoca'ya ne kadar yalvarsalar da tek kelâm etmemiş, karşılığında ise hep diş göstermişti. Nihayetinde bu şekilde yıllar geçmiş ve belki de bir kelime yahut bir cümle, kim bilir belki de bir şiir, bu ailenin dehşete düşmesine sebep olmuştu. Kim bilir, daha kaç yıl böyle de geçecekti ve eğer İlyas bir yerlerden çıkıp gelmezse, hastalıklarla boğuşan ve ölmek üzere olan babasının da cenazesini göremeyecekti. Çünkü Yasin Hoca da tıpkı can yoldaşı Remzi Efendi gibi ölümüne yaklaştığının farkındaydı ancak döşeğinde onun kadar rahat değildi.
İlyas'ın sırra kadem basmasının ardından tam on yıl geçmişti. İdrisin küçük oğlu Remzi serpilmeye başlamış ve diğer herkes haddinden hızlı yaşlanmıştı. Yasin Hoca artık yatağına bile uzanmamaya başlamış, pencere önündeki koltukta uyuyor ve bacakları onu ayakta tutamadığı için koltukta namazını kılıyordu. Zor bela aldığı abdestiyle neredeyse tüm vakitlerini tamamlamaya çalışıyordu. Son kıldığı sabah namazından sonra oturduğu koltuktan pencereyi seyrederken dona kalmış ve yüzü iyice kızarmıştı. Remzi Efendi'den aldığı ve Nida Hanım'ın vefatından sonra elinden düşürmediği "ya" harfini daha sıkı tutarak kırıldıldığını hissettiğinde kendini serbest bırakmıştı. Yüzünde artık ruhani bir tebessüm belli oluyordu. Hiç beklenmedik şekilde doğrulup abdest almaya gitti. O'nun tıkırtılarını duyan Zehra bir ihtiyacı olur mu diye odasının kapısında beklerden kapı çalmış ve camiiden gelen İdris'i karşılamıştı. İdris, az önce namazını kıldığını bildiği babasına neden tekrar abdest aldığını soramadı çünkü Yasin Hoca konuşmayacaktı. İdris ve Zehra sessiz sedasız uyuyacakları bir kaç saat için yataklarına, Yasin Hoca ise pencere önündeki koltuğuna geri dönmüştü.
Zehra'dan önce uyanan İdris, oğlu Remzi'yi kaldırmadan önce salona geçip elinde kırık "ya" harfini tutan, gözleri açık ve ruhsuz duran babasını gördüğünde öldüğünü nedense hemen anlayıvermişti. Bu sırada İlyas ise yıllar önce hışımla terk ettiği ailesinden helâllik almaya ve sanat camiasında başardığı işler karşılığında edindiği maddi servetin müjdesini vermek için kapıyı çalmak üzere hazırlanıyordu, elinde ise sımsıkı tuttuğu "elif" hafi vardı.
Olanlar olmuş, cenazeden önce Yasin Hoca'nın ilanını vermek için hazırlıklar yapılmıştı. Abdullah Hoca kederlice aldığı nefesle selâya başlayacakken ağlamaklı bir ses ondan önce davranmıştı. Öyle ağlamaklıydı ki daha önce duyulmamış makamlarla okunuyor ve hıçkırıkların arasında sözler sürekli tekrar ediyordu. İdris hışımla, minarede feryatlar içerisinde selâ veren İlyas'ı susturmak için cüret etse de, Abdullah Hoca onu tutmuş ve önce kendi sonra da kolundan sıkıca tuttuğu İdris'in gözyaşlarını silmişti. Her ne hikmetse duydukları selâ çok acıklı gelmiş ve kalpleri yeşermişti. Biten selânın ardından ise şiddetli bir gümbürtü sesi işitilmişti.