Işıklı şehri arkasında bırakmıştı. Çünkü buğulu gözlerini şehrin ışıkları değil göğün ışıkları parıldatsın istiyordu. Atladı arabasına ve solunda deniz ile sağında karanlıkla pek seçemediği çam ağacıyla dolu orman ona eşlik etmeye başladı. 


Gözü sürekli gökyüzündeydi. Onu net görebileceği bir karanlık arıyordu. Sonunda bir yerde karar kıldı ve durdurdu arabasını. Bagajından iskemlesini çıkardı, daha fazla gece ilerlesin istemiyordu.

Oturdu iskemlesine ve kafasını hafifçe kaldırdı. O an orada olsaydınız gözlerinin içinde parlayan onu görebilirdiniz. Yani Samanyolu'nu ve diğer tüm takımyıldızlarını... İşte oradaydı Kutup Yıldızı, işte tam şurada parıldıyordu Çoban Yıldızı. Küçükayı, Büyükayı ve daha niceleri... Lacivert göğün içerisinde beyaz, mavi ve mor renklerinin arasında parlayan milyonlarca yıldız… Bir galaksiyi bu kadar net görebilmek büyülüyordu onu. Sanki sisli, ince bir tabakanın içinde yol alıyordu yıldızlar ve bir şey anlatıyordu insanoğluna. Parlayıp sönenler, kayıp gidenler... 


Karanlık otobanı aydınlatan milyonlarca yıldız altında küçücük hissetti kendini. İçinde bir telaş hissetti. Bakışları, kafasını sağa sola döndürmesi tüm göğü görmesine yetmeyecekti sanki. Tam o sırada bir yıldız kaydı arkasında pırıltılı birkaç küçük noktacık bırakarak. Aklına Halley kuyruklu yıldızı geldi ve bir dilek tuttu. Tüm galaksinin havasını içine soluyarak, tüm lacivertliği ile parıldayan yıldızları gözlerine doldurarak…