Hücremde, yerde dizlerimi göğsüme çekmiş, kafam aşağıda, günlük öğünüm olan ekmeği hücremdeki tuvaletten çıkan sıçanlarla paylaştığım güzel bir gündü; aslında paylaşmak denilemez. Eğer ekmeğin bir kısmını vermezsem bu hayvanlar çok saldırgan oluyordu; sol elimdeki işaret parmağımı koparmıştı bir tanesi. Pek hissetmemiştim, parmaksız olmak da ilginç bir histi doğrusu. Beynim o kadar alışmıştı ki parmağımın olmasına, bazen istemsizce yüzümü kaşırken yüzüme dokunmadığımı fark ediyor, ardından parmağımın olmadığı yere bakıyordum. Hayatta her zaman kötü şeyler olduğundan dolayı, böyle şeyleri takmamak lazımdı. Sıçanın tuvaletten çıkıp ekmeği yemesi, aslında bazen hoşuma gidiyordu. 16 yıldır duyduğum tek ses onun sesi olabilirdi. Her gün geliyordu, saat kaçta olduğunu bilmiyordum. Ben uyuduğumda ekmek her zaman hücreme atılmış bir şekilde olurdu, bu yüzden ekmeği verenle hiç tanışma fırsatım da olmadı. Zifiri karanlık, aşırı sessiz bir yerdeyim. Stefan Zweig'ın "Satranç" kitabında bir kişi, hayatında bir gün bile dışarı çıktıysa ister istemez gözlemlediği şeyler olduğundan, hapiste istediği kadar düşüncelere dalabileceğini söylemişti. Pek umurumda değil aslında. Kaç yıl daha cezam olduğunu da bilmiyorum. Davadayken kimseyi dinlemedim, çok sıkıcı konuşuyorlardı. Kendimi bildim bileli hiçbir duygu hissetmiyorum, gençken çakmakla parmağımı yaktığım zamanlar aklıma geliyor, ne güzel günlerdi. İnsanlar tamamen saçmaydı, size buraya beni düşüren olayı anlatayım.


Bir gün, sevdiğim bir arkadaşım yanıma oturmuş, doğum gününde ne istersin diye sormuştu. Ben de, kılıç demiştim. Ne yapacaksın ki kılıçla, demişti. Bir yıl eğitim alacağımı söylemiştim. Bana direkt, e peki sonra demişti. Ölümüne savaşabileceğim birini bulup onunla savaşacağım demiştim. Bana, ölebilirsin ama demişti. Ona bunun bir sıkıntı olmadığını söylemiştim, hatta olayı daha eğlenceli yapan şeylerden birinin bu olacağını söylemiştim. O da, peki savaşı yenersen ne yapacaksın, demişti. Ben de ölümüne savaşacak başka birisini bulacağımı söylemiştim. O ise, yani ölümüne savaşacaksın, yenilirsen öleceksin, yenersen karşındakini öldürüp yeni birini bulacaksın, bunu ölene kadar yapacak mısın demişti. Ben de sanırım, demiştim. Arkadaşım yanımdan, içinden bana söver bir şekilde kalkıp, ellerini cebine atıp kambur yürüyüşü ve şapkasının yüzüne gölge düşürmesinin eşliğiyle uzaklaşmıştı. Pek umurumda değildi, pek bir şey hissetmiyordum zaten hiçbir konuda. Sonraki gün arkadaşım tekrar yanıma geldi. Elinde iki tane kılıç vardı, ağır olanı bana verdi, zarif olanı kendine aldı ve dedi ki: "Bir yıl sonra tam burada kılıçlarımızı çarpıştıracağız ve seni öldüreceğim."

Sırıttım, kılıcı yüzüne işaret eden bir şekilde tutarak, her gün bunun hayalini kurup bir yıl sonrasını düşleyeceğimi söyledim. Direkt Japonya'ya gittim. Orada keşişlerin olduğu, kimsenin bilmediği bir dojo buldum ve oraya girebilmek için her şeyi yaptım. Mesela kılıcımla bir yılanın kafasını kesmemin ardından kafasını havaya kaldırıp, zehrini ağzıma akıtıp sindirdim. Ardından yılanın hızlı bir şekilde derisini soyup çiğ bir şekilde yedim ya da bir hafta boyunca, bir balkonda hiç hareket etmeden, bir kütüğün üstünden düşmeden, oturur bir vaziyette manzaradaki bir noktaya odaklandım ve orayı kılıcımla kestiğimi hayal ettim. Tabii Japonya'ya gitmem, dojoyu bulmam ve kabul edilmem bir buçuk ayımı almıştı. Her gün "sensei"lerimin emirleri altında on yedi saatimi antreman yaparak geçiriyordum.

Zamanla vücudumun kaslanması ve şekil değiştirmesi ayrıca kılıçla bir şeyleri kesmek; bana ilk defa bir şeyler hissettiriyordu. Bundan dolayı kendimi çok iyi veriyordum antremanlara ve hızlı gelişiyordum. Neyse, gereksiz ayrıntılara girmeye gerek yok. Bir yıl geçtikten sonra arkadaşımla anlaştığımız yerde, sabah dörtten beri, beklemeye başladım. Saat dokuzda geldi, oturduğum kaldırımdan ayağa kalktım ve hazır mısın, diye sordum. Bana bir yıldır bu an için hazırlandığını, elinden geleni yaptığını ve hazır olup olmamanın

onun için artık önemli olmadığını söylemişti. Bu düşüncesi hakkında düşünmedim bile, hiç de umurumda değildi. Zamanın bana verdiği bir günü kendim için özel kılmanın çok güzel bir his olabileceğini düşünüyordum. Ama hiçbir şey hissetmiyordum. Arkadaşım bana doğru koşmaya başladı. Kılıcımı kınından çıkarmamla arkadaşımın kılıcını ikiye bölmem ve kafasını kesmem bir oldu. Kılıcıma kan bile bulaşmamıştı. Arkama bakmadan ilerlemeye devam ettim, yeni bir rakip bulmalıydım, bunun hakkında düşünüyordum sadece. Ta ki sabah evimi polisler basana kadar, çünkü yeni bir rakip bulduğumu düşünmüştüm. Polisler! Evimin kapısını birden kırıp girdikleri andan itibaren kılıcımla olan uykumdan uyanıp hemen odamdan fırladım ve iki polisin kafasını tek hamlede kestim. Köşeden benim sezemediğim bir polis daha çıkmıştı, anında bir hamleyle daha kılıcımı kalbine soktum ve onu kalkan gibi kullanıp diğer polislere baktım. Sekiz tane polis bana silah çekmiş bir şekilde bakıyorlardı, seslerden anladığım kadarıyla daha bir sürü polis vardı ve merdivenlerden yukarı tırmanıyorlardı. Ne yapacağımı düşünürken açık olan camımdan gelen uyuşturucu bir mermi koluma saplandı. Ben elimden geleni ardıma koymadan inatçı bir şekilde savaşıp kılıcım elimdeyken ölürsem, bir şeyler hissedebileceğimi düşünmüştüm. Ama bunu deneyemeyeceğimi koluma saplanan oktan anlamıştım. Camı açtığımı hatırlamıyordum, nasıl olmuştu bu olay acaba? Sonra bayıldım ve bir baktım buradayım, hiçlikle savaşmak için yolumu bulmuşken hiçliğin içine düşmüştüm. Hiçliğin ağırlığı her saniye kemiklerimi kırıyordu. Ben de bunu değerlendirip gelişmeye çalışıyordum.