Yaz geliyordu, hava yavaş yavaş nemini artırmaya; güneş, ışınlarını iyice dikleştirmeye başlamıştı. Aynanın önünde saçlarına baktı. Kestirmeliydi. Çok sıkılmıştı. Gerçek şuydu ki onlara kıymıyor ama kestirmek onu özgürleştireceği için de bir yanı da kestirmek istiyordu. Eli telefona gitti ve kuaföründen bir randevu aldı. İleri tarihli bir randevu olduğundan düşünmeye daha vakti vardı. Saçlarında hala hiç boya yoktu. Birkaç tane beyaz saçı olsa da siyahı öyle koyu ve gürdü ki birkaç kez “Saçlarını neden bu kadar siyaha boyuyorsun?”, “Peruğunu nereden aldın kızım?” diye soranlar olmuştu. Bazı insanlar, bazı konularda şanslı doğarlardı. O da saçlarının rengi, parlaklığı, gürlüğü ve yumuşacık ipek gibi akması konusunda şanslı doğmuştu. Gün gelip çattığında kısacık kestirmeye karar vermişti. Kuaförün kapısına geldiğinde Rumca “Merhaba, nasılsınız?” diye seslendi içeride arı gibi çalışan beş genç adama. Sürekli kesimini yapan genç adam onu görür görmez kollarını açarak gelip sarıldı. Çok uzun zamandır geldiği bu salonda kesim yapan bu uzun boylu genç, onu aynanın önüne oturtup İngilizce “Evet, ne yapıyoruz?” diye sordu; “Kısacık,” dedi, “çok kısacık”. Genç adam gözlerini açarak şaşkınlıkla emin olup olmadığını sordu. Emin olduğunu başıyla onayladı: “O zaman bu saçları kanser hastalarına bağışlamak ister misiniz?” diye devam etti adam. “Tabii ki,” dedi, “memnuniyetle”. Saçlarını dörde ayırıp bağladı. Sonra onları örüp uçlarını tekrar bağladı. Jileti eline aldığında aynadan göz göze geldiler. “Kesiyorum,” dedi, “Kes,” diyerek son kez onayladı. Saçları kesilirken biraz sohbet etmişlerdi, kuaförüne hayatındaki yenilikleri anlatıyordu. Yeni bir kitabı basılmış ve tanıtımı yapılmıştı. Bir sürü yeni sanat etkinliklerine imza atmıştı yine. Rumca öğrenmeye başlamış, kursa başlayalı 6 ay olmuştu. Yazın yaptığı tatil planlarından bahsettiler. Çok beğenmişti yeni saç modelini. Başı hafiflemiş ve kendini çok iyi hissetmişti. Ödemeyi yaparken “Saçlarınızı Rum tarafındaki hastalara mı, Türk tarafındaki hastalara mı bağışlayacaksınız?” diye sordu adam; “Kalsın kalsın, teşekkür ederim,” diyerek çıktı salondan. Saçları almak çok ayıp olurdu. Yolda bir tanıdığını düşündü. Dünyanın tek ikiye bölünmüş bu başkentinde savaşmış ve sonra Rum tarafında uzun zaman kanser tedavisi görmüştü. Öleli yıllar oluyordu. Savaşın kazananı olmadığı gibi, hastalığın da düşmanlığı yoktu. Yıllardır ateşkes olan bu adada iki toplum birbirlerinden uzak yaşamışlar, geçişlere izin verildikten sonra bir parça da olsa tekrardan bir yakınlaşma olmaya başlamıştı. Ertesi gün saçları peruk olmak üzere yola çıktı. Birkaç hafta sonra bir perukçunun vitrininde mankenin başında kakülleri, siyah rengi ve parlaklığıyla dikkat çekiyordu. O kısa saçlarına çoktan alışmış, yaz tatili için yurt dışına çoktan çıkmıştı.


***


İrini hastaneden eve geldiğinde aynanın karşısında kendine baktı. İki yıl önce hasta olduğu teşhis edilmişti. Önce tüm tedavileri reddetmiş, sonra yakınları tarafından ikna edilmişti. Aynada her gün biraz daha azalan saçlarına baktı. Artık iyice dökülmüştü. Gözleri doldu. Bu şekilde yaşamanın anlamını düşündü. “Belki de artık bir peruk almanın zamanı gelmiştir,” diye geçirdi aklından. Midesi bulanıyor ve kendini çok halsiz hissediyordu. Güzel bir plak koydu. Sıcak bir duş aldıktan sonra yatağına uzandı. Uyandığında öğleden sonra olmuştu. Yatağında doğruldu ve yanında duran kutuya gözü çarptı. Uzanıp almak istedi ama hiç gücü yoktu. Aniden odasının kapısı çaldı. Sevgi dolu gözlerle sevdiği adam ona bakıyordu. Hemen kutuyu almasına yardım etmek için hızlıca yanına yürüdü. Kutuyu açtığında kakülleri, siyah rengi ve parlaklığıyla gözlerini kamaştıran bir peruk gördü. Çok sevinmişti. Peruğu aldı, önce okşadı, sonra kokladı ve usulca başına geçirdi. Hasta gözleri parlıyor, sararmış teni ise bir anlığına pembeleşmişti. Yavaşça ayağa kalktı, aynanın önüne gitti ve kendine bakarken hıçkırarak ağlamaya başladı. İrini’nin dünyada çok zamanı kalmamıştı. Akıllı bir kadındı. Kendini ölüme hazırlıyordu. Hazır olduğu zaman da gideceğini biliyordu. Irini peruğu eline her aldığında kimin saçlarından yapıldığını hep merak etti. O kişiyi tanımayı çok istediğini söylemişti bir gün sevdiği adama, sonra da “Ona sarılıp teşekkür etmek ve onu çok kıskandığımı söylemek isterdim,” diye ilave etti.


***


Yaz bitmek üzereydi, kısa saçları çoktan uzamaya başlamış ve eve geri dönmüştü. Zaman zaman saçlarından yapılan peruğu kimin taktığını çok merak ediyor, “Güle güle, sağlıkla kullansın,” diye geçiriyordu içinden. Saçlarını Rum tarafındaki kanser hastalarına bağışladığını duyan bazı tanıdıkları onu yadırgamış, bunu boyunlarını eğerek aptalca bir gülümsemeyle susarak belli etmişlerdi.


İrini bir sabah çok erken saatlerde bu dünyadan sonsuzluğa doğru yola çıktı. Elleriyle yaptığı heykelleri, kedisi, kitapları, yazıları, araştırmaları öksüz kalmıştı. Son sergisinde satılan heykelin tüm gelirini çocuk onkolojisine bağışlamıştı. 33 yıllık yaşantısına sığdırabildiği ne varsa tümünü hayvanlara ve çocuklara bağışladı. Tek bir şartı vardı, “Dil, din ve ırk ayrımı yapılmayacak,” demişti. Birine fazla gelen, sıkıntı veren, istemediği bir şey; bir diğerinin mutluluğu olabiliyordu. Kaküllü, parlak, siyah peruk çok uzun zaman İrini’nin yatak odasında, mankenin başında takılı şekilde durmuş, annesi her gece onun saçlarını tarar gibi peruğu taramıştı. Kimsenin eli peruğu oradan almaya varmayacaktı.


“Hüzün yüzünde bir hastalık gibi duruyor,” demişti şairin biri, “gülümse de kuşlar şarkı söylesin,” diye devam etmişti. Yaz bitti, hiç tanışmasak da dostluk baki. Ben her mevsim güzelsem, sen; her mevsim bana bakmaya vakit ayırdın demektir. Her mevsim ben güzelsem eğer, sen hep güzel bakıyorsun demektir.