Giriş


Dünya tarihinin en büyük dönüm noktalarından biri yazının bulunuşudur. Yuhanna’ya göre İncil, “Önce söz vardı.” diye başlar. İslam’ın kutsal kitabı olan Kur’an’ı Kerim de “Oku.” emriyle başlar. Daha ilkel insanların da mağara duvarların çizimleriyle anlaştıklarını bilmekteyiz. Yazı ve çizi. İnsanlık tarihinin en büyük etkenlerindendir. Peki sadece iletişim olarak ortaya çıkmış olan bu kavramlar nasıl olmuştur da “sanat” dediğimiz bir kavrama da bürünmüşlerdir? Harflere baktığımız zaman mürekkeple vücuda getirilmiş birer damgalardır. Bu damgalar bir araya gelerek kelimeleri oluşturur. Bu kelimelerin de sıralanmasıyla cümleler oluşur ve bunlardan bir anlam çıkarttığınız müddetçe bunun size bir yararı vardı. Fakat bu metinlerin, paragrafların, cümlelerin hatta kelimelerin sanatsallaşması neden olmuştur? Cemal Süreya’nın (1956, 1) “Çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı.” demesi bizde bir şeyleri uyandırması yönüyle anlatmak istediğimiz konuya en güzel girizgâh olacaktır. Standart anlamlarıyla; şiir, kelime, gelmek, dayanmak kelimeleri bizlere farklı şeyler ifade ederken örnek verdiğimiz cümlede dilin kullanılışı (üslubu) sayesinde farklı bir anlamlandırmaya gitmiştir. Bir metni edebi yapan başlıca unsurun dil yani dili kullanış biçimi olduğunu da düşündüğümüzde bu yaklaşım daha anlaşılır olacaktır. Wellek ve Warren’e (2019, 35) göre “Benzer şekilde bir nesnenin tabiatı da kullanılışından çıkar. O, ne yapıyorsa odur. İnsan elinin yaptığı her şey işlevini gerçekleştirmeye uygun bir yapıya sahiptir.” İnsan elinin değdiği her şey ikincil bir işlev kazanmaktadır. Belki de bundan dolayı metaforik yapılar ortaya çıkartılarak sanat var olmuş ve gelişmiştir.



 

Bu var olan ve gelişen sanat nedir?

         

Aristo’dan, Platon’dan bu yana süregelen en mühim soru ile başlamalıyız bu konuya: “Sanat nedir ve nasıl oluşur?” Sanatın bir yansıtma ya da taklit olduğu görüşü yaygındır. Platon’un “Mimesis” kavramı da bunun bir örneğidir. “Ayna” metaforunu da sıklıkla kullanan bu görüş daha sonra “realizm”in temel görüşü olacaktır. Bizim edebiyatımızdaysa bu görüş Recaizade Mahmut Ekrem’in (2011,11) meşhur eseri Araba Sevdası’nın ön sözünde hikâye ve roman için, “İbret verici ayna.” benzetmesini kullanmıştır. 

Sanatın ne olduğu üzerine bir başka düşünce de haz vermesiyle bağıntılı olduğudur. Fakat birçok düşünür bu konuya şiddetle karşı çıkar. Örneğin Tolstoy’a (2018, 31) göre, “Bir etkinliğin tek amacı bize verdiği haz ise eğer ve biz o etkinliği salt bu haz nedeniyle tanıyor, tanımlıyorsak, böylesi bir tanımla tanımlamanın sahte olduğuna kuşku yok. Sanatın tanımlanması konusunda da aynı durumla karşı karşıyayız. Örneğin beslenme konusu tartışılırken, bir gıdanın önemini, onu yerken duyduğumuz hazda aramak kimsenin aklına gelmez. Herkes kabul eder ki, zevkimizin tatmin olması, hiçbir zaman bir gıdanın artamının belirlenmesinde ölçüt olamaz; o bakımdan da Kaen biberi, Limbourg peyniri, alkol vb. ile birlikte yemeye alıştığımız ve bizim çok hoşumuza giden bir yemeğin, insanın alıp alabileceği en iyi besin olduğunu iddia etmeye hiçbir hakkımız yoktur. Tıpkı bunun gibi, güzellik olsun, bizim hoşumuza giden herhangi bir şey olsun, sanatı tanımlamanın temelini oluşturamayacağı gibi, bize haz veren kimi nesneler de sanatın olması gerektiği halin örneği, simgesi olamazlar. Sanatın amacını, ereğini bizim ondan aldığımız hazda bulmanın, herhangi bir gıdanın amacını, önemini ondan aldıkları hazda bulan ve ahlaksal gelişmenin en alt basamağında bulunan insanların (vahşilerin örneğin) tutumlarından hiçbir farkı yoktur.” Sanatın yararlılığının ve alınan hazzın ne kadar etken olduğunu ve diğer görüşleri makalenin devamında inceleyeceğiz. Sanatın insanın şuur altındaki olayları bir aktarım biçimi olarak kullanılması görüşünü de ele alabiliriz. Suut Kemal Yetkin’e (1952, 7) göre, “Sanat adamı her insan gibi bir çevre içindedir. Orada olup bitenlerin onda derin yankılar uyandırmamasına imkan yoktur. Ama bütün bunlar şuur altında bir müddet bulunmadan hemen ve olduğu gibi sanat eseri olamazlar.” Anlaşıldığı üzere sanatın ne olduğu ve oluşumu konusundaki bu görüş sanatçının yaşadığı olayları bilinçaltında demlemesi, ardından bu demliği süzerek bir sanat eserini meydana getirmesidir.  

 

           


Sanatın insan üzerindeki etkileri nelerdir?


Tolstoy’a (2018, 6) göre “Eğitime, bütün halkı eğitimden geçirebilmek için gerekli kaynağın ancak yüzde birini ayırabilen Rusya’da hükümet sanatı desteklemek adına akademilere, konservatuvarlara, tiyatrolara milyonlar akıtmaktadır. Fransa sanata sekiz milyon ayırırken, Almanya ve İngiltere’nin de bu miktarda bir katkı sağladıkları görülüyor. Her büyük kentte müze, akademi, konservatuvar, tiyatro okulu, konser salonu, gösteri merkezi adı altında son derece büyük, göz alıcı binalar yapılıyor. Yüz binlerce işçi, zanaatçı, doğramacı, duvarcı, boyacı, marangoz, kaplamacı, kuyumcu, dökümcü, dizgici, terzi, berber… Sanatın isterlerini yerine getirmek için ağır çalışma koşulları altında ömürlerini tüketiyor. İnsanoğlunun, bunca güç, kaynak tüketen –sanat dışında– tek bir etkinlik alanı vardır ve o da savaştır.” Tolstoy’a göre bu kadar zorlayıcı hatta savaşla aynı yıpratıcılıkta sayılabilecek olan bir alan neden bu kadar rağbet görmektedir. Ben bu konuda sanatın yıpratıcılığının üzerinde bir besleyiciliğe sahip olduğunu ve sanatın besleyiciliğini kullanan insanların kendilerine kattıkları gelişimin neticesinde verdikleri çabanın yerinde bir çaba olduğunu fark etmektedirler. Bir resmi özümseyerek izleyen, bir müziği kendini vererek dinleyen ve bir kitabı istekle okuyan insanların kendilerine çok şey kattıklarını, düşünce yapılarını değiştirdiklerini fark ederler. Sanatın insanları besleyiciliğinin yanında insanlara tattırdığı bir haz olduğu da kaçınılmazdır. Bunu Horatius’un “Dulce et utile” yani zevkli ve yararlı kavramlarıyla daha net açıklayabiliriz:

Wellek ve Warren’e (2019, 36) göre “Poe, ‘Şiir bir eğitim-öğretim vasıtasıdır.' inancını böyle adlandırıyor. Rönesans’ın geleneksel ‘Şiir zevk verir ve öğretir veya zevk vererek öğretir.’ inancıyla aynı kefeye koymamak gerekir.” Hem eski Rönesans düşünce yapısında hem de Poe, gibi daha yakın dönem sanatçılarına göre şiir (bunu sanatın bütünü için de söyleyebiliriz) hem eğiti hem eğlendirici bir rol üstlenmektedir. Şüphesiz ki bu durumu yine en iyi şekilde açıklayan Wellek ve Warren (2019, 37) olmuştur: “‘Yararlı’yı; ‘zamanı boşa harcamamak’, ‘zaman öldürme şekli olmamak’, ciddi bir dikkati hak etmek şeklinde anlamak gerekir. ‘Zevkli’ ise ‘sıkıcı olmama’, ‘görev olmama’, ‘ödülü kendisi olma’ anlamındadır.” Bütün sanat eserleri için şüphesiz ki bu görüşün doğruluğunu kabul edebiliriz. Resimsever bir insan da, müziksever bir insan da, edebiyatsever bir insan da ilgilendiği sanat eserine bakarken tariflendiremediği bir duygu yaşaması (eserden aldığı haz) şüphesiz ki yaptığı eylemin aslında “ödülün kendisi olması” ile ilgilidir. Bu bakış açısını irdelediğimizde de bir öğrenciye zorla opera dinletmek de, zorla bir film izletmek de, zorla bir kitap okutmakta o öğrenciye (kişiye) bir yarar sağlamayacaktır. Çünkü sanat eserine ulaşım bir zorunlulukla yapıldığında “zevkli” sıfatını yitirmektedir.

 

Sanat eserinin zevkli olması neye göre anlaşılır?

Bazı sanatçılar eserin güzelliğini tamamen kitleye bırakmaktadır. Bu düşünce bir yere kadar doğruluk gösterebilir. Kitlenin gücü her alanda önemlidir ve rağbet gören bir eser az ya da çok geçici ya da kalıcı bilinmemekle birlikte bir ün kazanmaktadır. Bu görüşün eksikliğini çok satan kitapların ya da çok izlenen filmlerin ne kadar sanatsal yönü olduğuna bakarak da karar verebiliriz. Şüphesiz ki beğeni insanın görüşüyle alakalıdır ve sübjektiftir. Zevklerin şüphesiz ki tartışılabilecek bir yanı yoktur. Fakat bir eserin “kalitesini” tamamen insanın zevkine bırakmak ne derece doğrudur? Bu bakıma insanın güzel bir kitaptan her an aynı zevki alması gerekmektedir. Fakat insanın yaşına hatta ruh haline göre bile eserden aldığı zevk değişir. Bu durumda bir eserin kalitesini sadece zevke bırakmak yanlıştır. Zevk önemlidir fakat tek başına yeterli değildir. Suut Kemal Yetkin’e göre (1952, 14) “Bir sanat eserinin hakkını vermek istiyorsak onu iyice kavramamız, kendi yapısı içinde yaşamamız lazımdır. Çünkü her şey o yapıdadır. Donkişot, Hamlet gibi eserlerin zevkler ve zamanlar üstünde yaşamaları da bu gerçeği gösterir.” Suut Kemal Yetkin (1952, 15) eserinin devamında, “Görülüyor ki sanatta değer hükümlerimiz, zevklerimize değil sanat eserlerinin kendilerine tabiidir.” Bu aktarımlardan da yola çıkarak şunları düşünebiliriz ki sanatta hiçbir zaman mutlak yoktur. Mutlak güzel ya da mutlak çirkin diyemeyiz çünkü sanat beşeri bir uğraştır. Kesinlik fen alanındaki uğraşların vazgeçilmezi olurken edebi (güncel tabiriyle sözel) alanların pek de ihtiyaç duyduğu bir kavram değildir. Çünkü insani olan her şeyde bir yanılma payı vardır.

Bunların sonucunda zevk ve yarar için, insani olarak hem his hem de idrakimize bırakılmış bir kavram olduğunu düşünebiliriz. Bundandır ki bir eserden her okur hatta her eleştirmen farklı şeyler yakalar ve Suut Kemal Yetkin’in (1952, 14) aktardığı şu cümle bu konudaki en net özet olacaktır: “Bir yazarın dediği gibi, herkes biraz da kendi Faust’ını okur.”    



 

Sanat eserinin varoluşu nedendir? İnsan neden sanatla uğraşır?


Buna belki de en güzel açıklama “yaratmak ihtiyacı” demektir. İnsan hayatının belli bir süresi vardı. Modern zamanda bunu ortalama 70-80 yıl olarak düşünürsek insan 70-80 yılın sonunda kendisinden bir şeyler bırakmak isteyecektir. Bu da insanı bir ürün ortaya koymaya iter. Elbette bunun tek yolu sanat icra etmek değildir. Bir sanat icra eden insanlar genellikle iç sıkıntılara sahip insanlardır. Bir sanatçıyı en çok besleyen şeyin yolunda gitmeyen şeyler olduğunu düşünebilir. Bu kişisel ya da toplumsal buhranlar olarak sanata yansımaktadır. Sanatçıyı bu buhrandan rahatlatan şey üretmektir. Suut Kemal Yetkin’e (1952, 8) göre, “İnsan rüya görerek, sanat adamı yaratarak bu iç baskıdan kurtulurlar.” Yine Suut Kemal Yetkin’in (1952, 9-10) aktarımına göre, “Uşaklıgil romancının nasıl dayanılmaz ruhi bir inançla eserini yarattığını şöyle anlatıyor: '… herhangi bir ilhamın, bir sanihanın isabetiyle gebe kalıvermiş olan dimağımda, hamlin bütün devamı müddetince beni masseden, kendisine esir yapan bir kayıt vücuda geldiğine dikkat ederdim, öyle bir kayıt ki ta doğuruncaya kadar beni sürükler, sarsar ve adeta bir işkence içinde kıvrandırır. O zaman mutlaka doğurmak ve bu azaptan kurtulmak ihtiyacı vardır.’” Suut Kemal (1952, 11) eserin devamında, “Sanat adamının kendine göre bir iç yapısı olduğunu, öbür insanların yapısından daha çok değil daha başka türlü geliştiği için ayrıldığını, sanat psikolojisi bütün açıklığı ile bize gösteriyor.” demektedir. Nitekim bir eserin yaratım süreci sanatçısının ruh dünyasına bağlıdır. Bu eserin doğumu, yani oluşumuyla sanatçının ruhunda bir rahatlama oluşturduğu da şüphesizdir.

 

Sonuç:

Yukarıda verilen bilgilerin de ışığında baktığımızda; eserin doğumunda sanatçıda, eline aldığında hitap kitlesinde (okur, dinleyici, izleyici) oluşturduğu; bilgilenme ve rahatlama yani zevk ve yarar; genel bir tabirle yapıtla ilgilenmenin, ödülün kendisi olması, sanatın en büyük işlevidir. 

 

 

KAYNAKÇA

Cemal Süreya, Folklor Şiire Düşman, A Dergisi, 1956

Rene Wellek, Austin Warren, Edebiyat Teorisi, Dergah Yayınları, 2019

L. N. Tolstoy, Sanat Nedir, İş Bankası Yayınları, 2018

Suut Kemal Yetkin, Edebiyat Üzerine, Yenilik Yayınevi, 1952 

Recaizade Mahmut Ekrem, Araba Sevdası, Özgür Yayınları, 2011






Yazar: Musa Can Demiralay