Cebinden zar zor da olsa anahtarı buldu. Deliği şans eseri bulup kapıyı açtı. İçeri yavaşça adımını atıp kapıyı usulca kapattı. Yavaş, oldukça yavaş adımlarla salona yöneldi. Odada lamba yanmamasına rağmen sokak lambasından süzülen ışık, perdenin arasından odayı az da olsa aydınlatıyordu. Odanın kenarında duran biraz eskimiş deri koltuğa yürüdü. Koltuğa otururken hala yağmakta olan yağmurun ardından kalan paltosundaki su damlalarının tahta zemine süzülüşünü izledi. Tahta zeminden sonra siyah postalları dikkatini çekti. Ne zaman almıştı bunu, ne zaman bu kadar eskimişti? En önemlisi bu çamur nereden geliyordu? Bulaşalı fazla olmamıştı sanırım. Daha yumuşak ve tazeydi. Hatırlamadığını fark etti. Biraz durakladı. En son neyi hatırlıyordu? Hiçbir fikri yoktu. Kurumuş dudaklarından küfür etmek istedi. Edemedi, ona bile hali yoktu. Paltosun iç cebinden yarısı boş olan bir Winston paketi çıkardı. Kapağını kaldırıp hafif titreyen eliyle bir sigara çıkardı. Yandaki (sanırım evi aldığından beri kımıldamayan) sehpanın üzerinden çakmağa uzandı. Sigarasını yakarken cama vuran yağmur sesini dinledi. Sigarasından bir fırt çekerken yorgunluktan kısılmış ve hafif morarmış gözlerini kapattı. Sigarasını içine çekerden çıkarttığı o çıtırtı sesi tüm odada yankılanıyordu sanki. Ev o kadar boş ve sessizdi. Bitmekte olan sigarasını söndürmek için yanındaki sehpadan küllüğe uzandı. Küllüğün içindeki ardı sıra kesilmeyen izmaritlerin arasında boş yer aradı. Bulamayınca ortasında daldırıp söndürdü sigarasını.

Derin bir nefes aldı. Önüne düşen ıslak saçlarını geriye doğru atıp ayağa kalktı. Yatağa doğru yürürken eskimiş tahta parkelerin çıkardıkları sesler ona eşlik ediyordu. Odanın kapısından içeri girince içinde garip bir his oluştu. Eliyle karanlık odayı aydınlatmak için duvardaki anahtarı yokladı. Lamba açılınca gözleri birden kısıldı. Işık huzmeleri sanki gözlerini kör edecekti. Birkaç adım atıp askıya ıslak paltosunu astı yavaşça. Askının yanındaki hafif kirli aynaya yöneldi. Kendi yüzüne baktı. Yorgun, yaşlanmış, sessiz yüzüne. O an anladı artık kendisinden hiçbir şey kalmadığını. Bırakın kendisini, sanırım bu dünyada onun için bir şey kalmamıştı.

Sanırım bir iki haftadır dağınıktı yatağı. Çarşaflar kirlenmiş, yorgan bir haftadır yerdeydi. Ayağıyla kenara ittirip yatağa attı kendini. Üstünü bile değişmeden hem de. Yatmadan lambayı kapamadığı için küfretti kendisine. Sonra birkaç dakika sonra bir öneminin kalmayacağını fark edip gülümsedi. Yatağın sağ tarafındaydı, soluna dönüp boş olan kısma uzun uzun baktı. Eliyle hemen sağındaki komodine uzandı. Çekmecesi gene ses çıkartıyordu. Yumuşak havluları hissetti aradığı şeyi bulmadan hemen önce. Soğuk metal değdi bir süre elini havluların arasında gezdirirken. Silahını çıkardı çekmeceden. Kafasına dayadı. Saçları hala ıslaktı. Gözleri de öyle. Bomboştu içi aynı bu oda gibi. Daha düne kadar sevdiği kadınla beraber yattığı yatak bomboştu. Aynı aylarca odada başucunda beklerken hastane koridorları gibi. Bomboştu her şey kadınını bugün toprağa gömdükten sonra. Belki bir umuttu kanseri yenmesi kadının. O ümitte aynı bugün gibi bomboştu. Şimdi kadınına kavuşma vaktiydi. Gözlerini kapattı. Eli soğuk kabzayı tutarken kuru ve çatlamış dudaklarından iki kelime çıktı: Seni seviyorum.