Bakışlarımı odamdaki rengi belirsiz eski püskü dolaba diktim, dolabın kulplarından sağda olanında siyah bir atkı asılı duruyordu. Boğucu havaya rağmen günün her saatinde odayı dolduran keskin kafein kokusu eksik olmazdı. Çeşitli kısa, uzun, hayvan tüylerinin yapışıp kaldığı kömür rengi atkı bir sağa, bir sola sallanıyordu. En az on yıllıktı bu atkı, delirmek böyle bir şey miydi? Her zaman sabit duran atkı şimdi bir sağa bir sola sallanıyordu. Demir tadı yavaş yavaş dolduruyordu ağzımı, ellerimin titremesi şiddetleniyordu. Yine hasta etmiştim kendimi, yerimden güçlükle kalkabilmiştim, sendeleyerek aynanın karşısına geçtim. Aynaya bakınca yalnız bir adam görüyordum, yapayalnız bu dünyada kitaplardan başka kimsesi olmayan bir adam, kahve bardağı, kahvesi eksik olmayan bir adam, daha 20’li yaşlarında. Sakallarım, saçlarım gitgide seyrekleşmeyi sürdürüyordu, kendime itiyat etmiştim saçlarımı, sakallarımı tek tek koparmaya. Yalnızlığımı benimseyip onu sevmeyi öğrettim kendime, yalnız kaldığım bu uzun süreçte kalem elimden düşmezdi, kağıt ile buluşabildiğim her vakitte; denemeler, sayısızca öyküler yazıyordum. Bugüne kadar böyle bir şey yaşamamıştım, zar zor çalışma masama oturdum, sandalyeye oturunca çıkarttığı gıcırtı sesi ruhumu tırmalamıştı. Ben dahil bu odadaki her şey yaşlıydı, paslı ve gıcırdıyordu, değişmesi gerektiğini insanların yüzlerine vuruyordu.