Her şey bir anda durdu. Gözlerimin tıkandığı nokta Van Gogh tablolarını andırıyordu. Sanatsal çizgiler… Havada asılı kalan partikülleri görebiliyordum. Damarlarımdaki kanın katılaştığını hissedebiliyordum. Dudağımdan dökülen kan, düşerken altıma çektiğim beyaz nevresimin üzerine henüz damlamamıştı. Aklımdan son geçen düşünce geçip gitmemişti. Tanrı’nın zihnine sızmayı başaran bir parazit, milyarlarca çarkın en küçüğünden milimetrik bir ısırık almıştı sanırım. Zaman durmuştu. Bir süre sonra, yüzümün sağ tarafında binlerce karıncanın adımlarını hissetmeye başladım. Sol bileğimdeki Patek Philippe çalışmaya başladı. Her şey derin bir nefes aldı. Anlaşılan Tanrı’nın kendini yenilemesi çok uzun sürmemişti. Bu hesapsız arıza, aklımdan son geçen düşünceye iyice odaklanmamı sağlamıştı: Ölüm. Daha önce kendimi hiç bu kadar yakın hissetmemiştim. Aklımdan onlarca düşünce geçmeye başladı. Yüzünüze doğrultulan bir silahtan kaçış şansınız oldukça düşüktür. Ben bugün şanslıydım. Ucuz bir kiralık katilin tetiği çekmesi ile beraber patlamayan silah, reflekslerimi harekete geçirmişti. Fiskosun üzerinde duran şarap şişesini bir hışımla adamın suratına çarpmıştım. Belki silahın emniyetini açmayı unutmuştu, belki de tutukluk yapmıştı. Önemli değil, patlamamıştı. Ancak şans iki yüzlü bir madalyondur. Bir yüzü size gülümserken diğer yüzü çatık kaşlıdır. Bir yüzü almak istediğinizi verirken diğer yüzü vermek istemediğinizi alır. Henüz diğer yüzünü görmedim. Yavaşça sırtüstü uzandım. Tavana boylu boyunca serilmiş aynaya baktım. Yatağın diğer tarafındaki katil, hareketsiz bir şekilde yerde yatıyordu. Yataktan destek alarak kalktım. Ağır adımlarla adamın yanına geldim. Kafasının altında biraz kan birikintisi vardı. Parmaklarımı burnuna yaklaştırdım. Nefes alıyordu. Adamın elindeki silahı aldım ve belime yerleştirdim. O sırada oda telefonu çalmaya başladı. Derin bir nefes aldım ve verdim. Telefonu açtım.


—İyi akşamlar Nekba Bey. Rahatsız etmememizi belirtmiştiniz ancak iki bey sizi görmek üzere odanıza geliyor.

—Burada olduğumu neden söylediniz, ne demek geliyorlar? Oda numaramı neden verdiniz!

—Biz söylemedik efendim, kendileri geldiklerini haber vermemizi söyleyerek yukarı çıktılar.

—Allah kahretsin!


Telefonu kapattım. Yerde yatan adama baktım. Gömleğimdeki kan lekelerine baktım. Çıldıracak gibiydim. Adamı koltuk altlarından tutarak banyoya sürükledim. Gömleğimi çıkardım. Çeşmeyi açtım ve suratıma defalarca su vurdum. Kapı çalmaya başladı.


—Nekba! Kapıyı açar mısın?


Cevap vermedim. Tedirgin bir şekilde askıdaki havluya yüzümü sildim. Dışarıdaki adam kapıya sert bir şekilde vurmaya başladı.


—Orada olduğunu biliyoruz. Kapıyı aç!

—Müsait değilim. Kimsiniz?

—Seni götürmeye geldik. Bir an önce bizimle gelmelisin.


Gözüm bir an fiskosun üzerindeki cep telefonuma takıldı. Biri arıyordu ancak çaldırmayı bıraktı. Telefonu elime aldım. Yüzlerce mesaj, yüzlerce arama! Neler olduğunu anlayamıyordum. Kapıdaki adamlar ısrarla bağırıyor ve kapıya vuruyorlardı. Ne yapacağımı şaşırmış durumdaydım. Banyoda baygın bir adam, yerde kanlı bir gömlek, belimde bir tabanca, kapıda kim olduklarını bilmediğim iki adam, susmayan bir telefon… Telefonum yine çalmaya başladı. Arayan çalıştığım gazetenin genel yayın yönetmeniydi. Açtım.


—Nekba, ne yaptın sen Allah’ın belası! Kendini öldürtmek mi istiyorsun!

—Ne yapmışım Murat Bey?


Dışarıdaki adamlar kapıyı kırmaya çalışıyorlardı. Murat Bey telefonda beni azarlıyordu. Yerdeki adam hareket etmeye başlamıştı. Odağımı kaybediyordum.


—Nekba! Beni dinliyor musun sen!

—Ne yapmışım, anlamadım.

—Bu sabah internete girdiğin haberin ne sonuçlar doğurduğunun farkında mısın?

—Siktir!

—Ne biçim konuşuyorsun lan!


Adamlar kapıyı kırmıştı. Telefon elimden kayıp düştü. Hiç düşünmeden silahı belimden çekip adamlara doğrulttum. İkisi de siyah takım elbise giymişti. Biri uzun boylu, bıyıklıydı. Diğeri ise orta boylu, tıraşlı, genç biriydi. Bıyıklı olan ellerini havaya kaldırdı.


—Nekba, sakin ol. Sana zarar vermeye gelmedik.


Çok korkuyordum. Sadece askerde elime silah almıştım. Birini öldürebilir miydim, emin değildim. Dilim tutulmuştu. Genç olanın sağ eli belindeydi. Bu beni çok tedirgin ediyordu.


—Sen de ellerini kaldır!


Bunu söylememe rağmen kaldırmadı. Bağırdım.


—Kaldır ellerini, vururum yoksa!


Bıyıklı olan konuşmaya devam etti.


—Nekba, bizimle gelmen gerekiyor.

—Neden? Siz kimsiniz?

—Sen ne yaptığının farkında değilsin sanırım?

—Ne yapmışım?

—Ülkedeki parti liderlerinden birinin eşcinsel ilişkisini nasıl ortaya dökersin! Bunun için devlete hesap vereceksin!

—Ne yani? Ben gazeteciyim! Ayrıca televizyon programlarında “Bunları teker teker bu ülkeden göndereceğiz, sapkınlığa izin vermeyeceğiz!” diyen bir herifin asıl yüzünü ortaya çıkarmam kime battı!

—Nekba, adam intihar etti!


O an kendimi çok garip hissetmiştim. Birinin ölümüne neden olmak, bir insanı katil yapar mıydı? Ben katil miydim? O bunu hak etmemiş miydi? Kafamdaki soruların bir anda durmasına sebep olan şey, kafasında şişe kırdığım kiralık katilin paçamdan tutması oldu. İrkildim. İşaret parmağım benden bağımsız bir şekilde tetiğe bastı. Bıyıklı adam eğildi, genç olan hızla tabancasını çekti ve beni vurdu. Göğsümde şiddetli bir yanma hissettim. Nefesim kesildi. Göğsümdeki yanma, bedenimin her noktasına kanserli bir hücre gibi yayılmaya başladı. Silah elimden düştü. Başımı göğsüme doğru düşürdüm. Atletim kıpkırmızı olmuştu. Başımı kaldırdım. Bıyıklı adam bağırmaya başladı.


—Neden vurdun, silahın emniyeti açık değildi ki!

—Nereden bilebilirdim efendim, tetiği çektiğini görünce sıktım.


Kendimi sırtüstü yatağa bıraktım. Sesler bulanıklaşmaya başladı. Gözlerim kararıyordu. Aldığım her nefes biraz daha azalıyordu. Çünkü ciğerime oksijen yerine kan dolmaya başlamıştı. İşte madalyonun diğer yüzü. Her zaman bir efsane olmak isterdim. Kimsenin okumadığı bir internet gazetesinde yayınladığım haberin sonucunda bu isteğim gerçekleşecekti. Acı hissetmeyi bıraktım. İçime anlamsız bir huzur dolmuştu. Bıraktım kendimi karanlığa. Ölümsüz olacağım, ölümsüz olan herkes gibi ölmek zorundayım.