Sabah iş var kaygısıyla kararan bir gece. Tahta kapı yumruklanıyor. İçeri bir adam giriyor. Kelini kapatmak için uzattığı üç beş tel saçı darmadağın olmuş. Gözlükleri kavanoz dibi gibi. Kimseyle hoşbeşi yok. Geçip oturuyor köşesine. Ben kalkmaya yelteniyorum, Nadia tutuyor zorla kolumdan.

“Biraz daha otur. Bu adamda fena malzemeler var. Hepimizi kurtarır.” Yarın iş var kaygısıyla kararıyorum. Ölüm sessizliği var. Karımın suratı mahkeme duvarına evriliyordur evde. O kadar çok işimiz hüsranla sonuçlandı ki, bir gün zengin olacağımıza inanmıyoruz. Kimse adama bir şey sormuyor. Adam çantasını koyuyor masaya. Çanta ortaya çıkınca başına toplanıyoruz. Yeni bir ifşa heyecanıyla uykum kaçıyor. Bilgisayara takıyor taşınabilir belleği. Muhalefet partisinin en gözde il başkanını tarihe gömmemize yetecek bir video izliyoruz.

Beyaz atletinden sarkmış göbeğiyle zorda olsa eğilerek bir kadının sırtından kokainlenirken o, bu videoyu izleyenlerde bir rahatlama gözleniyor. Seçim arifesinde bu videoyu ortaya salmanın nasıl bir şey olduğunu düşünen tilkiler beynimin kırlarında bir oyana bir buyana koşuyor.

Nadia bana bakıyor. Sonra hepsi bana dönüyor. Tiplerde meymenet yok, para güzel şey, bu kokainman zenginse yarın işe gitmem gerekmeyebilir. İstifa etmenin zamanı geldi! Biraz soruşturuyoruz adamı. Aptalın teki! Baba parasına çöküş, partiye ne kadar para yedirdiyse il başkanı olabilmiş. İki kelimeyi bir araya getirmekte zorlanmasına rağmen, yüzlerce konut ve birkaç tane AVM sahibi olduğunu görüyoruz.

Çantayı getiren adama üç numaralı kızgın bakışımla bakıyorum,

“Adın ne senin?” Büyük ihtimal sahte bir isim sallıyor,

“Ali.”

Onun ismi kadar sahte olan polis kimliğini masaya koyuyorum. Bozuk gözleri gözlük camlarından dışarı fırlayacak gibi.

“Korkma.” Diyorum. Bayrağın arkasına sığınan bazı suçlular gibi, marşımızın ilk kelimesine sığınıyorum ben de,

“Korkma! Hepimiz birbirimize güvenmeliyiz.”

Gemi su alana dek, hepimiz aynı gemideyiz. Ayağa kalkıyorum. Nadia! Tiksindiğim ama alıştığım küçük sürtüğüm! Bedeni neden plastiği andıran bir kokuyla sarılıdır hep. Neden bu kadar yapaysın Nadia? Çok uzaklarda doğduğun o gece, beni bulup hayatımı karartacağın kaderimize yazılmış mıydı? Onu sevmiyorum. Onu sevmiyorum. Doğrusunu bilmiyorum. Son yirmi yıldır duygularımı tanımlayamıyorum. Hislerimin bir ismi ve kalıbı yok. Bazen minik şantaj çetemizin ağlarına yeni balıklar düşürmek için Nadia’yı yem yapmak zoruma gidiyor. Ama onu sevmek istemiyorum. Gerçi voleyi bir gün Zlatan misali doksana çakarsam, işe gitmem gerekmeyeceği gibi, Nadia’nın plastik kokulu tenine de katlanmam da gerekmeyecek.

 

Ünal!  Yerinde duramıyor. Biraz aptal. Ama işe yarar her zaman. Onu ne kadar zamandır tanıdığımı hatırlamıyorum. Lise de bile aynı sınıftaydık. İlk okul yıllarımda bile Ünal diye birini tanıdığımı hatırlıyorum ama aynı kişi mi bunlar? Ona sormuyorum ayıp olur diye. Bazen bana eski günlerden dem vuruyor. Sanırım kardeşi gibiyim. Belediye meclis üyelerini kadın taklidiyle kendi şahsi numarasından işletecek kadar manyak! Bu yaşa gelmesi bile mucize. Olası bir yüklü cukka durumunda Ünal’ı yolmak da kolay olacak. Çünkü bana güveniyor. Arkamdan sövecekler sonra. Belki Nadia ile birlikte olacaklar. Arkamdan sövecekler mi? Sövsünler. Ama ne fark eder? Ben evimde beni bekleyen çocuklarımı ve karımı bile unutmayı göze almışken onlar için üzülmem mümkün olacak gibi görünmüyor.

Ama bu orospu Polina (Dostoyevski romanından isim çalan ve kendini insanlara Rus’um diye iteleyen bir Bulgar) kolay lokma değil. Biri resmi olmak üzere kendinden yaşlarca büyük üç kocası var ve zavallıları nasıl oluyorsa hep idare eder. Paranın kokusunu almış. Ali’nin kucağına atlayıp onunla da oracıkta evlenmek istediğini anlayabiliyorum. Bu karının hayatını karartmak gibi bir istek her zaman içimde olmuştur ama vakit bulamıyorum.

 

Dünyanın en çirkin adamı Ali’nin heyecanla çarpan yüreği, yozlaşmış toplum haysiyetinin gök yüzüne doğru uçarken çıkardığı kanat sesleridir. Ben, biz, bu toplum nasıl bu noktaya geldik? Düşünmek istemiyorum. Beynimin içinde dönüp duran tiratlar sona gelmek bilmiyor. Bizler huzursuz bir ülkenin, huzursuz çocuklarıyız! Atalarımız savaştı ve kaybetti. Kayıpları bile zaferdi. Bizler savaşmadan kaybettik. Zaferlerimiz bile kayıptı. Tapındığımız şehvetin hayal olduğunu bilmeden, bizi paraya tapan insanlara çevirdiler.

Bilirler mi başka ülkelerin güzelliğini övmenin ne tür bir hainlik olarak kabul edildiğini? Bizleri neden böyle yaptılar sorusu kancasını takıyor o an. Nadia da bilmez. Başka ülkelerde halk siyasileri kullanır. Biz de halkı kullanır siyasiler. Bir de korkağızdır kim ne derse desin. Korkak olduğumuz içinde yalakayızdır. Son yirmi yıldır yaşamıyorum ben. Taklit ediyorum hayatı. Yalaka olmak istemiyorum. Çalışmak istemiyorum. Güç istemiyorum. Kadınlar istemiyorum. Çocuklar, sorumluluklar ve kafa uçuran maddeler istemiyorum. Sessiz bir sahilde, telefon çalacak kaygısı olmadan, sonsuza dek yaşamak istiyorum! Annemi, babamı, çocuğumu, karımı ve tarihimi hatırlamadan, her şeyi silmiş bir adam olarak, sahip çıkılmayan bir ceset olana dek çok uzaklarda yaşamak istiyorum.

 

Çalışmak zorundayım. Hem de insanı benliğinden koparan adice bir çalışmak bu. Herkes her şeyini ister senden. Özel hayata saygı yoktur. Kapı çalmayı karşındakini büyük görmek sanırlar. Anneler babalar çat kapı girerler çocukların odasına. Bir odası olacak kadar şanslı olan çocukların odasına. En özel anılar kitli kapılar arkasında, kaygıyla yaşanır burada. Günlük tutulmayacak bir ülkedir burası. Yastığının altından alır okurlar. Bu yüzden kağıtlara bile samimi olamaz bu toplum. Aynaya bile kendi olarak bakamaz. Kişisel alan uzaklık olarak algılanır. Her şeyimiz hastalıklıdır. Her şeyimizi isterler bizden. İş yerimiz iş dışında başka bir şey düşünmememizi ister. Evdeyken bile ulaşılabilir olmamızı isterler. Köleliği överler. Hastalıklı toplum işine tapan adama saygı duyar. Yaşamak için çalışır bunlar, çalışmak için yaşarlar. Bir sekteye uğrayıp dursalar, olduğu gibi başlarına yıkılır dünya. Boş beyinleri derhal pornolarla dolar. Eşlerimiz boynumuza bir ip takmak ister, işten yorgun gelmememizi, tüm izinli günleri, tüm akşamları ona vermemizi bekler. Bizi bir kalıba sokmak isterler, sonra o kalıbı beğenmezler. Dostlarımız… sahi var mı dostlarımız? İyi olmanı isterler. İyi şeyler olunca da bunu çekemezler.

“Çok huzursuzum arkadaşlar!”

Nadia gözleri dolu dolu,

“Canım!”

“Çekil sürtük.”

Ali gergin. Bana bakıyor. Paylıyorum onu,

“Korkma lan sen de sünepe. Ne istiyorsun bu videoya?”

“Beş yüz bin!”

Sahte bir kahkaha atıyorum,

“Beş yüz bini bu adama versek videoyu zaten kendisi yayınlar.” Yalanı düşüyor ağzımdan.

Salak Ünal dahil olacak gibi konuya,

“Sen karışma!”

“Siz ne kadar veriyorsunuz?”

“Nereden aldın bu videoyu?”

Hemen bir cevap gelmiyor. Onu darmadağın eden birkaç tokat dilini çözüyor.

“Olga diye bir karıdan. Esenyurt’ta yaşıyor. Sabaha kadar otuz bin liralık kokain taşımışlar odaya. Bizimki ekstra para isteyince zoruna gitmiş vermemiş. Videoya almış Olga. Bana yolladı. Biraz taş parasına verdi bana bu videoyu. Kendi telefonundan bizzat sildim Olga’nın Bu video şu an yalnızca bende var.”

“Nerede bu Olga?”

“Hiç önemi yok. Uyuşturucudan kafası kurumuş. Bu videoyu hatırlamaz bile. Büyük ihtimal AIDS’li çok yakın zamanda ölebilir. Gözleri yerinde durmuyor. Günde hiç yoksa beş hapı var. Hiç ayık görmedim.”

“Senin için önemli mi bu karı?”

“Pek değil.”

“Bize niye getirdin videoyu?”

Ali sıkılgan bir tavırla,

“Ünal’ı tanırım. Ben korktum.”

Günah keçimiz Olga olacak.

“Peki Olga’nın görüntüleri var mı elinde?” diye soruyorum Ali’ye.

“Nasıl yani?”

“Birkaç resim.”

“Var.”

Planım hazır. Ali’nin karısının hesabına temizinden bir yüz bin gönderiyoruz. Ali karısından parayı aldığına dair bir onay alıyor. Olga adına derhal bir sahte hesap. Başkan mesajımızı görecek mi demeye kalmadan, hemen cevap geliyor,

“Orospu öldün sen!”

Olga konuşursa Ali’yi de yerler büyük ihtimalle. O gün olaysız dağılıyoruz. Nadia’nın yanaklarını öpüyorum. Eve gidiyorum. Orijinal karımla son gecemizdir belki?

***

 

Ütü yapan bir kadın sıcaklığıyla evdeyim. Hayırsız bir koca ruh hastası, babasına kadar beddualı. Tatavalar aynı rutininde devam ederken, Nadia’nın plastik teninin izi dudaklarımda, solgun karının yanaklarını zorlarken, nihayet sonuca varıyoruz birkaç münakaşadan sonra,

“Anamı dinlenmedim.”

“Haklısın. Dinlenilecek karı değil.”

Yine ne hayvanlım kalacak ne erkekliğim. Bizi hapsettikleri bu betondan koğuşlara tahammülüm yok.  Bu betonlarda yankılanan kızgın kadın seslerine. Hep doyumsuz! Balkonda biraz gökleniyorum. Buradan ne zaman atlayacaktım? Hangi alkollü günümde takla atıp düşecektim? Kızım korkuyla bağıracaktı. Beni sevmeyen karım bile merhamete gelecekti. Şimdi hiçbiri olmadan yaşamaya devam edecek miydim? Ne olsaydı? Ne olsaydı değil. Ne olmasaydı? Televizyonlar olmasaydı. Bilgisayarlar, cep telefonları, suratsız karılar olmasaydı. Kıyaslamalar olmasaydı. İlk okul sıralarında başlayan notlama güdüsü hiç olmasaydı. Balkonumdan beni dinleyen halkıma inliyorum! Siz reddediyorum! Okullarınızı, kurallarınızı ve yalanlarınızı reddediyorum. Sizi hasta etmişler! Farkında değilsiniz nelere tahammül ettiğinizin. Havayı tuğlalarla kaplayıp ev diye satmışlar. Aşk diye beyninizi yıkayıp acılara salmışlar. Arabalar, evler, rujlar, topuklu ayakkabılar. Bu yolun sonundaki çukura doğru, günahlarımızla depar atarak gidiyoruz.  Düşeceğiz. Üstümüzü örtecekler. Adımızın unutulduğu zamanlarda, ıssız gecelerde mezarımızda üşüyeceğiz. O zaman kimse kimsenin hiçbir şeyi olmayacak. Öldüğümüz için, kuruyan kanlarımızda bağlarımızda kopacak. Sadece Tanrının kemikleşmiş kulları olacağız yine. Günahlarımıza sarılan ruhaniyetimiz cinlerin bile duymadığı bir inilti çıkaracak. İçimdeki cehennemi, cehennemde yakacakla mı? Öyleyse hazırım. Korkmuyorum ölümden. Ama sonrasını görmemek? Buna tahammül edemiyorum. Bir yer ve bir şey var gibi ve sanki orada tüm taşlar yerine oturacak gibi! Nadia! Hayır orospu seni sevmiyorum. Ben hastayım biliyorum.

 

Ne kadar çok istiyoruz? Elde etmekle bitmiyor. Sonsuz ihtiyaç döngüsünde geberiyoruz! Kazan, tüket, geber! Bu kadar.

İnsanlar da ülkeler gibi; kendi kendine yetemediği zaman ya dışa bağımlı olurlar ya da güçlerinin yettiği ölücüde dış ülkelere savaş açarlar. Biz de dış ülkelere savaş açtık. Çünkü gitmem gerek. Kişniyor içimdeki atlar. Duramam artık. Karımla mutlu olmak isterdim. Kirlenmeseydim. Her akşam eşya ile doldurulmuş evimizin içine girer girmez ayaklarımı yıkamam konusunda uyarıldığım için banyoda birkaç sigara ferahlığı bulabiliyorum. Başka ülkelerde de böyle midir? Karıları kocalarını nasıl karşılar? Beraber dans ederler mi? Ya da iki yetişkin insan gibi sohbet edebilirler mi? Bilmiyorum. Artık yoruldum. Kızıma bile soğumuş bir yürekle tedavi edilsem teşhislenecek hastalıklarımla sabahı zor ettim. Karıma dokundum sabah. Mutsuzluğu o uyurken bile hâlâ diri bir şekilde yüzünde. Hiç çocuk olmamış gibi bir suratı var. Gözlerinde geçmişi göremiyorum. Sanki bu yaşta gönderilmiş dünyaya. Aldığım bedduların sonucunda Tanrı onu yaratmış ve cehennem azabımı azaltmak istemiş. Ne söylesem ters bir cevabı var. Ona diyecek bir şeyim yok. Bir öpücüğüm de kalmadı. Veremem. Bu sabahların katlanılmaz bir yönü var. İşe gitmeli miyim? Yoksa balkondan düşmeli miyim? Ya da hayatımı kurtaracak olan o videoya tüm umutlarımı bağlamalı mıyım? Cebimizde taşıdığımız o düşmanı elime alıyorum. Yirminin üzerinde cevapsız çağrı. Ünal’ı arıyorum.

“Sana attığım haberi oku!”

Haber kısa ve net:

“Esenyurt’ta bir kadın intihar etti!”

Olga bir rezidansın on dördüncü katından yere çakılmış.  Üzülmek istedim. Yüreğimde bir damla kan sıcaklığı bile hissedemedim.

***

 

Son kararı mı veriyorum yolda. İşe gitmiyorum! Tahta kapıyı yumrukluyorum! Ünal alıyor beni içeri. Paniklemiş. Odaya giriyorum. Ali bile orada.

“Ne yapacağız?” diye ağlıyor. Soğukkanlı olmalıyım. Soğukkanlı olanlar her zaman kazanırlar.

“Ali sen siktir git. Telefonunu kırıp at. Mümkünse yeni bir hat al. Bir süre de ortalıkta dolaşma. O görüntüler herhangi bir yerde çıkarsa senin bilgisayarında, uzun yıllar yatarsın haberin olsun.”

Diyorum.

Bu salak adama uzanırsa iş enseleniriz.  Bu korkuyla o videoyu sileceğinden eminim. Nadia sokuluyor yanıma.

“Bir şey gelecek mi başımıza?”

“Gelmeyecek.”

Ali çıkıp gidiyor. Polina şıllığı bir fikir veriyor,

“Bu olayı bırakalım bence.”

Onu elemek için güzel bir düşünce bu. Eski kocalarından biri beni arıyormuş gibi davranıyorum birkaç saat sonra.

“Burayı bulmuş geliyorlar!” Yalanı ile çalkanıyor oda. Polina panik halinde kaçıyor evden. Bir tek Nadia ve Ünal var elenmesi gereken. Ünal’ı kandırmakta zor olmuyor. İl başkanını sordurması gerekiyor. Makamında duruyor mu? Yoksa istifasını verip ülke dışına kaçmış mı? Ünal çıkıp gidiyor. Nadia ile kısa süren bir rahatlama seansından sonra. Polina’nın bilgisayarından yine yazıyoruz Olga olarak.

“Ben ölmedim!”

Yine aynı çeviklikle cevap veriyor başkan. Anamızla ilgili küfürler. Hiç uzatmadan bir milyon dolara bu iş çözülür diyoruz. Bir kripto hesabına atacak parayı ve şifreyi bize verecek. Ardından biz de parayı çok değer kaybetmeyen coinlerde birkaç gün çevireceğiz. Daha sonra ölüm kağıdını henüz almamış eski bir dostun hesabına alacağız. Oradan da birkaç para transferi sonrası daha izimizi bulamayacaklar.

Fakat başkan parayı veremeyeceğini söylüyor. Üç gün müsaade veriyoruz. Nadia ile bir plan Ünal’a bu durumu söylemiyoruz.

İşe gidiyorum koşarak bana yakınlaşan o saadete henüz inanmıyorum. Zincirleri kırıp efendime baş kaldırmak için çok erken. Bir aksilik çıkacak biliyorum.

***

 

“İmzala bu kâğıdı!” diye uzatıyorlar önüme. Büyük ihtimalle zamanı geldiği zaman beni tazminatsız siktir etmek isteyecekler.

Masamın başına geçiyorum. Dünyanın en sikimden maillerini cevaplamaya başlıyorum. Siparişleri depoya iletiyorum. Hiç tanımadığım bir adamı zengin etmek için yaşıyorum. Birileri arayıp duruyor! Telefonlardan tiksiniyorum. Gerçekten bir şeylerin yolunda gideceğini bilsem, iş yerinde deliler gibi sağa sola koşmak isterdim!

Sürtükler! Numaracılar! Patron camın ardından bana bakıyor. Sigaraya çıkmaya utanıyorum. Hem geç gelmek! Hem sigaraya çıkmak… olacak iş değil. Bir dürtü geliyor içime. Neden bir bilet almak istiyorum Cezayir’e? Çünkü araştırdım. Batıp giden patronlar, katiller ve borçlular Cezayir’e kaçıp bir süre saklanıyorlarmış. Ben de oraya gidecek gibi hissediyorum. Bu lanet iş yerinde belki birkaç günüm kaldı. Bu şirketin tek artısı bu pasaport! Siktir edilmiş coğrafyalara az sürmediler bizi! Cezayir’den ispanya’ ya geçmek gibi bir fikir geliyor aklıma. Kurtubî’yi dolaşmak. Yeni bir isimle yeni bir varlıkla… hayaller akşamı getiriyor. Koşarak dönüyorum eve. Hesapta bir hareket yok. Ünal işkillenmiş gibi duruyor. Ne yapacağım bilmiyorum. Başkana yazıyorum. Son iki gün!.. Beş yüz bin dolar! Hesapta görünüyor. Ölü arkadaşın hesabına çekmeme izin vermiyor sistem. Günlük limiti aşıyorum. Birkaç hafta sürecek ama olsun. Para benim olacak gibi! Ya geri kalan kısım? Ne olacak? Yalvarıyor başka. Bulamıyorum diyor parayı. Büyük ihtimalle babası tarafından azarlanıyor. Her ay yüz bin daha atacak. Kabul ediyorum. Şimdi beklemek kalıyor. Bizimkileri kandırmak. Karıma iki gün daha tahammül etmek. İki gün daha Nadia ile olmak.

 

***

Tahta kapıyı çalıyorum. Nadia sorgular gözlerle bakıyor.

“Çözülmedi.” Diyorum.

“Biraz zaman vermeliyiz. Olga’ya olan bize de olur!”

Bana hak veriyor tabi. Yarına biletim var. Nadia! Ünal horlayarak uyurken Nadia’ya son vedamı ediyorum.

Orospu nihayet dökülüyor,

“Parayı neden üçe bölelim?”

Oysa hiçbir zaman üçe bölünmeyecek o para. Hiç risk almadığı halde kendine pay çıkarması ne kadar cüretkâr.

“Ses etme. Halledeceğiz.”

Ünal’ı uyandırıp yalanları sıralıyorum.

“Coin işi iptal. Yarın parayı elden alacağız!”

“Nasıl?”

“Bu iş duyulsun istemezler bunlar. Ben her şeyi ayarladım. Yolladığım adama zeval gelirse video anında internete düşer, dedim. Bir çantaya koyacaklar parayı, meydana oturduğun bankın yanına bırakacaklar. Sen hemen bir taksiye atlayıp karşıya kadar geçeceksin. Oradan birkaç metro, yine birkaç taksi rastgele iz kaybettireceksin. İl dışına bile çıkabilirsin. Ama bir şey yapamazlar! Seni ateşe atar mıyım?”

Ünal yüzünü ekşiterek,

“Sen de bizi ödlek sandın! Saat söyle bana!”

“Yarın üç.”

“O kadar yakın mı?”

“Ne o korktun mu?”

“Sen neden yapmıyorsun?”

“Bir çanta parayı görünce ben bir daha adil pay yapacak kafada olamam! Sen paraya tamah etmeyen bir adamsın. Ama bana güveniyorsanız problem yok!”

Biraz düşündü,

“Yaparım.” Dedi.

Koşarak eve gittim. Aynı ritüeller yaşandı. İş mi? Kim takar işi. Gitmeyecektim. Sabah olmak bilmedi. Sabahı bekleyemedim. Gece tüm şehri dolaştım. Gerçekten yarın Cezayir’e mi gidecektim?

***

 

 

Beklenen saate yaklaşırken garip bir hüzün vardı hepimizde. Sanki Ünal kötü bir şeyler hissediyordu. Nadia Ünal’ı sattığımız için pişman gibiydi. Her an bir salaklık yapabilirdi. Onları bir arada tutmak istemedim.

 

“Bu ev artık riskli Nadia! Çıkıp dışarlarda dolaşalım.”

Üçümüzde dışarda gezerken, Nadia’ya uygun bir zamanda,

“Bak Nadia, sen başka bir yere git. Eğer onu konuştururlarsa şehirde didik didik aranırız.”

Nadia,

“O zaman niye çıktık evden?”

“Olay yerine yakın olsun ki heyecanı geçsin.” Dedim.

“Of’”

“Hem adamlar bunu enselediği zaman bizi eliyle gösterse ne yapacağız?”

“O bizi satmaz.” dedi Nadia hüzünle.

“Eve dön artık! Saçmalamayı kes. Bugün çok kötü şeyler olacak.”

Nadia ileride bir mağazanın camında montları izleyen Ünal’ın koluna girdi, başarılar öpücüğü verdi ve bana kızgın bir bakış atarak eve doğru gitti.

Ünal’a gideceği bankı anlattım. Sonra havaalanına doğru giderken, başkana yazdım.

“Bankın oraya gel ve parayı bırak! Seni bekliyorum!”

Havaalanına geldiğime hala bir ses yoktu. Uçağın kalkmasına bir saat vardı. Sabır edemiyordum. Nadia’ya sahte bir mesaj attım. “BENİ KAÇIRDILAR POLİSE HABER VERME! BAK ÜNAL BANKTA MI?”

Mesajım görüldükten beş dakika sonra bir mesaj,

“Ünal’ı bir balici kalbinden bıçaklamış!”

“Saklan Nadia! Eve dön saklan! Birkaç güne geleceğim. Yan yana görülmeyelim.

“Tamam.” Mesajını aldıktan sonra telefonu uçak moduna alıyorum. Çünkü uçak havalanmak üzere. Zaman geçmek bilmiyor. Polisler şuan evde Nadia’yı basmışlardır. Uçak havalanıyor bilinmeze. Nadia olayları anlatana kadar ben Cezayir’de olacağım. Gerçek adımızı bilmiyordu. Gerçek evimizi, gerçek hayatımızı!...

Biz bize karşı da dürüst değildik.

Sabah iş var kaygısıyla hiçbir gecem kararmayacak artık.