Yıldızı bol bir gecede, ıslak kaldırımlarda küçük adımlarla yürüyordu. Her ne kadar deli cesaretine sahip olsa da geniş ufkunda oluşturduğu senaryoların etkisiyle içine düşen korkuya boyun eğdi ve adımlarını sıklaştırdı. Zihninde

birbirinin peşi sıra koşan korkunç düşünceleri aklından savmak için bir ıslık tutturdu. Yağan yağmurun ıslattığı taşlara aldırmadan kaldırıma çöktü. Yorulduğunu hissediyordu. Üşüyen ellerini biraz olsun ısıtabilmek için hızlı hızlı birbirine sürttü. ’’Mayısın ortasında bu ne soğuk!’’ diye yüzünü buruşturdu. O sırada arkasında bir hareketlenme sezdi. Omzunun üstünden

kaçamak bir bakış atarak olası tehlikeye karşı kendini korumak istedi. Yağmurdan sırılsıklam olmuş küçük bir kediydi yaklaşan. Üşümüştü belli ki. Kucağına alıp ısıtabilirdi. Kısa bir an kedinin cam gibi parlayan yeşil gözleriyle bakıştıktan sonra sevimli suratına dayanamayıp ellerini açtı ve bu davetsiz misafiri yavaşça kucağına aldı. Parmaklarını beyaz tüylerin üzerinde gezdirirken aynı zamanda onunla oynuyordu. Bir süre kediyi ısıttı fakat artık gitmeliydi. Ayağa kalktı ve gitarını omzuna taktı. Elleri cebinde, şiddetini arttıran yağmura meydan okurcasına yavaş yavaş yürümeye başladı. Alnına yapışan ıslak saçlarından birer ikişer atlayan su damlalarını kolunun dışıyla sildi. Eve yaklaşırken çantasını yokladı ve eline değen soğuk metal parçasını çıkarıp cebine koydu. Küçük bir bahçesi olan kırmızı evi bodrum katı ve zemin kattan oluşuyordu. Üniversiteyi bitirip işe girdikten kısa bir süre sonra satın almıştı. Çok para kazanıyordu. İstese çok daha lüks bir yaşam sürebilirdi ama paranın esiri olmaktan korkuyordu. Zaten bazı şeylerden yeterince ödün vermişti. Kafasındaki düşüncelerle bahçe kapısından içeri girdi. Karşısındaki merdiven basamaklarını yağmurun ve rüzgarın sürüklediği yapraklar doldurmuştu. Üstlerinden yavaşça geçti ve cebinden çıkardığı anahtarıyla kapıyı açtı. Eve girdiğinde karşılaştığı sıcaklıkla ne kadar üşümüş olduğunu anladı. Kendini bir an önce uykunun huzurlu kollarına teslim etmek istiyordu. Önce siyah botlarını çıkarıp ayakkabılığa koydu. Ardından yeşil parkasından bir çırpıda kurtulup askıya astı. Ağır adımlarla çalışma odasına geçti. Bordo ve siyahın hakim olduğu oda ilk bakışta insanı boğar gibi olsa da o burayı seviyordu. Herkes ve her şeyden uzak, kendiyle baş başa… Her ne kadar itiraf edemese de perde arkasında arabesk takılan tiplerdendi. Kendi kendisine zarar veriyordu. Işığı açtı ve koltuğa oturdu. Masanın üzerinde yarısı bitmiş bir parfüm şişesi vardı. Birkaç kez sıktıktan sonra burnu kokuya alışana kadar her nefeste onu yanında hissetti. Mutlu olması çok kolaydı ama hep başkalarına bağlıydı. Ayaklarının altına puf çekti ve gözlerini kapattı. Bir süre sonra uyku haline geçti. Saniyeler dakikayı, dakikalar saati, saatler sabahı doğurdu. Alarm sesiyle uyanıp yerinden kalktı. Defalarca yüzünü yıkadıktan sonra üzerini değiştirdi. Aynada kendini süzerken ne kadar heyecanlı olduğunu fark etti. Kendini kontrol etmeliydi. Bugün, yaşamaya değerdi. Yüzüne en güzel gülümsemesini takıp evden çıktı. Yol üstündeki fırından iki tane simit aldı ve caddenin köşesinde beklemeye başladı. Zaman geçmek bilmiyordu, en sonunda da durdu. Karşı evin kapısında dünyanın en güzel kadınını gördü. Ellerinin titrediğini, içinde bir yerlerde enerjinin fazla geldiğini hissediyordu. Çaresizce bir sağa bir sola yürümeye başladı. Onu görünce heyecanlanmaması işten bile değildi. Arada mesafe bırakarak kadını takip etmeye başladı. Yürüdüğü en güzel yoldu. Yavaş yavaş mesafeyi kapattı ve selam verdi:

’’Günaydın.’’

Kadın gülümsedi. O kadar saf ve masumdu ki bu karşılaşmanın planlanmış olabileceği aklının ucundan bile geçmedi. Aklındaki tek şey çok acıktığı ve kütüphanede bir ton işin kendisini beklediğiydi. Tesadüf bu ya! Adam, elindeki poşetten dumanı üstünde tüten bir simit çıkardı ve uzattı. Şu anda hiçbir şey kadını bu kadar mutlu edemezdi. Aldığı gibi yemeye başladı. Ancak ikinci lokmasında teşekkür etmeye fırsat bulabildi. Adam, parkta beş dakika daha oynamasına izin verilmiş çocuklar gibi mutlu, soğuk bir kış günü şömine karşısında mayışan kediler kadar rahattı. Sanki dünyanın en dertsiz insanıydı. ’’Mutluluk bu olsa gerek.’’ diye düşündü. Derken, yolun sonunda kütüphane gözüktü. İki katlı bu binanın ikinci katı tamamen kütüphaneyken birinci katında idari birimler de yer alıyordu. Şanstır ki kadın ikinci katın tek görevlisiydi. Bütün gün masasında oturuyor, kitap kayıtlarını ve bunun gibi birkaç şeyi kontrol ediyordu. Günün geri kalan zamanını ise origamiye ve kitap okumaya ayırıyordu. Adam ise bütün gün kadını izliyordu. Fark ettirmeden attığı her bakışta bir merak gizliydi. Ustalıkla yaptığı bu izleme sayesinde tüm mimik ve hareketlerini hafızasına kazımıştı. Böylelikle hayalinde onunla yaşadıkları daha gerçekçi bir kimliğe bürünüyordu. Düşünceleri hastalıklıydı. Hakkında her şeyi bilmek ve ona sahip olmak istiyordu. Dinlediği şarkılar, okuduğu kitaplar, hayatındakiler, sevdikleri, sevmedikleri onun için bir meraktan çok daha fazlasıydı. Yaklaşık dört saat sonra öğle yemeği yemek için oturduğu yerden kalkıp kadına doğru yürüdü. Beraber yiyecekleri bir yemek, ilişkilerini bambaşka bir yere taşıyabilirdi. Elinde küçük bir kağıt parçası olan kadın, adamın yemek

teklifini memnuniyetle kabul etti. Ancak bir süre beklemeleri gerekiyordu. Dört hamle sonra, o minicik kağıttan iri bir Guguk kuşu oluştu. Gururlandı kadın. Kağıdı masaya bırakıp kollarını kavuşturdu ve gülümsedi. ’’Nasıl bir tebessüm içimi böylesine ısıtabilir?’’ diye sordu kendine adam. O sırada içi, o kağıt parçasını gizlice alma isteğiyle doldu. Bir süre sonra taştı. Ne yapıp edip almalıydı. Alsın ki koysun diğer eşyaların yanına. Sayısı belli olmayan origami eserleri, masası üzerindeki çiçekler, fularları, bileklikleri, tokaları ve daha niceleri… Koleksiyoncu dükkanı gibiydi. Onunla ilgili her şeyi, iyisiyle kötüsüyle istiyordu. Sevabıyla, günahıyla...

Birlikte küçük bir lokantaya gittiler. Yemek boyunca kadın konuştu, adam dinledi. Sesinde cenneti buluyordu. Yanında olduğu her an zamanın tükenmemesini dileyen adam, kendini tükettiğinin farkında değildi. Aklından çıkmayan saplantılı düşünceleri davranışlarına ve hayatına yön veriyordu. Buna bir son vermesi lazımdı. Ya unutmayı öğrenecekti ya da onu elde edecekti. Ama yapabildiği tek şey hesabı ödemekti. Artık gitmeleri gerekiyordu. Lokanta oldukça yakın olduğundan kütüphaneye ulaşmak zamanlarını almadı. Vardıklarında kağıttan kuş artık masanın üzerinde değildi. Kadın için bunu yapmak birkaç dakikaydı, fark etmedi; adam içinse altın değerindeydi. Bodrum katının küçük bir bölümünü sadece ona ayırmıştı. Boş zamanlarını burada, onun eşyalarının yanında geçirdi. Zamanı gelince bu eşyalara gerek duymayacaktı. Biliyordu ki bir gün mutlaka birlikte olacaklardı. O gün rüzgar farklı esecek, güneş dünyayı daha fazla aydınlatacaktı. Tek ihtiyacı olan zamandı. Yavaş yavaş hayatına sızdığı kadının hayatına sahip olmak için biraz zamana biraz da çalışmaya ihtiyacı vardı. Her şeyi planlamıştı. Şansı yaver giderse hayallerini gerçekleştirebilecekti. Sadece onun ve kendisinin olduğu bir hayat kuracak, her şeye yeniden başlayacaktı. Kim derdi ki pencereden giren bir arı tüm güzel düşleri yerle bir edecek? Adamın arıya alerjisi vardı. Kadının hayaline dalıp gitmişken kolunu sokan arıyı fark etmedi bile. Arı, iğnesini onun bedeninde bırakıp düşerken o da gözlerinde kadının hayaliyle bir şehir gibi düştü.