Zaman bazen inatçıdır. Bir türlü geçmek bilmez hatta bazı anlar vardır ki sanki durur kalır orada. Bitsin istersin, acın dinsin; rahatlamak, derin bir oh çekmek istersin, bitmez. Son damlasına kadar yaşattırmak ister sana, acımasızdır. Bazen de çok çabuk geçer ki bu genelde en mutlu olduğun anlardır. Bitmesin, diye dua etsen de nafile. Tekrar acı dolu günlere gelmek ister, bu yüzden de son düzlükte açılan Arap atı gibi çatlarcasına koşar...


Garın en kuytu köşesinde lapa lapa yağan karı izlerken içini ısıtan tek şey ağzında yanan sigarasıydı. Gecenin geç saatleriydi ve etrafında soğuktan gara sığınmış evsizlerden başka kimsecikler yoktu. Tam karşısında kırmızı, loş ışıklı bir taverna vardı. Yanıp sönen tabelasında KAÇIŞ TAVERNASI yazıyordu. Sigarasını bitirdiğinde oraya gidip biraz içmek istedi. İçeri girdiğinde boş yer bulmak için ufak bir göz gezdirdi. Pencere kenarında bir masanın boş olduğunu görünce içten içe sevindi. Genelde bir mekâna girdiğinde hep pencere kenarını tercih ederdi. Çünkü ortada, insanların içinde olmak ona çok boğucu gelirdi. Garsondan istediği şarap biraz sonra geldi, bir yudum aldı. Tekrar dışarıda yağan karı izlerken bir alkış kopuverdi. Kafasını sahneye doğru çevirdiğinde bir piyanist piyanonun başındaydı. Birden belirsiz bir heyecan oluştu içinde. Sanki oraya çok sevdiği bir sanatçıyı dinlemek için gelmiş de saatler sonra o sanatçı sahneye çıkmış gibi bir heyecandı bu. Piyanistin parmakları tuşların üzerinde gezinirken sanki yüreği huzur dolmuştu. Kısa süreliğine de olsa şu pis dünyadan uzaklaşmıştı. Yıllardır kulağında eksik olan tınıydı sanki. Bir yandan güzel şeyler hatırlatıyor gibiydi ama bir yandan da acı veren bir tarafı vardı. Hayatındaki bütün acı, tatlı anılar bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti. Hiç bitmesin istiyordu. Tabii ki de öyle olmadı, bitti. Üstelik bu gecenin son çalınan şarkısıydı. Genç piyanist alkış ve tebriklerini alıp sahneden ayrıldı. İçinden "Neden daha erken gelmedim ki!" diye isyan etti. Sabah bileti olmasa buradan ayrılmaz, tekrar çalsın diye akşama kadar beklerdi. Dışarı çıkıp bir sigara yaktı. Kar şiddetini arttırmış, rüzgarla birlikte müthiş bir tipi vardı. Fakat ne yağan kar ne şiddetli esen rüzgar... Fiziksel olan hiçbir şey etkilemiyordu onu çünkü üşüyen bedeni değil ruhuydu. Gara doğru yürürken kulağında hâlâ o beste çalıyordu. Bu sesin kendisinde neyi ifade ettiğini anlamaya çalışıyordu. Daha trene binmeden zihninde yolculuk etmeye başlamıştı. 


Bundan iki-üç ay önce, her zaman gittiği parktaki koca yaşlı çınarın altında otururken hemen karşısındaki bankta yaşlı, kır saçlı, gür sakallı, yırtık paltolu bir adam oturmuştu. Üstündeki elbiseleri eskimiş ve kirli olmasına rağmen yüzü akça idi. Nedenini bilmediği bir dürtü onunla konuşması gerektiğini düşündürmüştü. Yanına gidip oturduğunda yaşlı adam:

— Uzun zaman oldu görüşmeyeli.

— Tanışıyor muyduk ki?

— Elbette, hem de kaç yüzyıldan beri.

— Fakat nasıl olur? Sizi ilk defa görüyorum.

— Önceki hayatlarımızda birçok kez karşılaştık delikanlı.


Eşref, şaşkınlığıyla cevap veremedi. O esnada büyük bir hengame kopuverdi. Olayın olduğu tarafa baktı. İki grup birbiriyle kavga ediyordu. Pek umursamadı, tekrar yaşlı adama döndüğünde adam orada yoktu. Ayağa kalkıp etrafına bakındı. Gördüğü tek şey ana yola doğru ağır ağır ilerleyen bir bisikletliydi. Arkasından bakarken sanki siyah beyaz bir filmin içindeymiş gibi hissetti. Adamın dediklerini düşünmeye başladı. Bu sözleri önceden duymuş gibiydi sanki. Bir müddet düşündükten sonra aklına o çok sevdiği kadın geldi. Sarı saçları, simsiyah boncuk gibi gözleri, güldüğünde yüzünde oluşan gamzeleri...


Bahar aylarından bir pazar günüydü. Her zaman olduğu gibi yine bu parka gelmişler, sardunyalar arasında yürümeye başlamışlardı. Gökçen, sardunyaları bir bir koklarken Eşref onu geriden izliyordu. Biraz zaman geçtikten sonra bir banka oturdular. Sessizliği bozan Gökçen oldu:

— Sence de çok güzeller, öyle değil mi?

— Elbette.

— Babam derdi ki; bu çiçekler önceden insanmış.

— Nasıl yani?

— İnsanlar ölüp de toprağa karıştıktan sonra onun bedeninden bitkiler, çiçekler, ağaçlar büyürmüş. Aslında insanın bir yarısı hâlâ dünyada yaşarmış. Kim bilir bu sardunyalar hangi insanların acılarını, kederlerini, mutluluklarını, sevinçlerini taşıyor...

— Kim bilir!


Eşref şimdi anlamıştı yaşlı adamın dediklerini. Ayağa kalktı, Gökçen'le yürüdükleri bu parkı son kez tek başına yürüdü. Sardunyaların olmasını beklemeden bu şehirden ayrılacaktı. Onu bu şehre bağlayan, hatta hayata bağlayan en ufak bir şey bile yoktu. Gökçen de bırakıp gitmişti zaten bu dünyayı.

Gara geldiğinde saatine baktı, üçü beş geçiyordu. Aklındaki bütün düşünce bulutlarından kurtulmak istedi. Tekrar o besteyi kulağına getirdi. Bu bestenin bir adı olmalıydı. "Geri dönsem piyanisti bulabilir miyim?" diye bir an düşündü. Sonra saçma bir fikir olduğuna karar verdi. Öyleyse kendi bir isim koymalı ve o besteyi öyle hatırlamalıydı. Bulmuştu. "Kaçışların resmi marşı." Bir isim bulmasına bir miktar sevindi, sigarasını keyifle yaktı. Sanki bu şehirdeki son görevini yapmış gibi gururlu hissetti.


Kısa bir süre sonra tren istasyona gelmişti. Son kez ardına baktı, gözleri buğulandı. Fakat yine de içinde buruk bir sevinç vardı. Çünkü vedalaşacak hiç kimsesi yoktu. Vedalar zordur, ardında birini bırakmak... Son saniyesine kadar ayrılamazsın, zamanını kullanmak istersin fakat zaman acımasızdır. Göz kırpıp açasıya kadar geçiverir. Artakalan birkaç anı, bir miktar göz yaşı... Trene bindiğinde cebinden bir fotoğraf ve kurumuş birkaç sardunya yaprağı çıkardı, fotoğrafa bakarak: "Bunları senin öldüğün gün senin için toplamıştım. Hatta bu yüzden biraz oyalandım fakat nereden bilebilirdim o lanet kazanın olacağını..."