Yolun sonu gözükmüyordu. Uçsuz bucaksız bir şehir görünen bir de tahtında gününü müzikle mest eden kral görüyorum. Yeni bir coğrafyayı incelemek üzere evimden çıkıp gelmiştim. Bir şehir ne üzerine inşa edilir? Bir şehir nasıl yansımalı dışarıdan gelenler için? Devasa binalar tabii ki yok ama insanlar yüzyıllardır uğraşıyorlar büyük bir gayretle. Bir yarış var bir kapışma bir uğraş ardı arkası kesilmiyor.Yaşamımı küçük bir köyde devam ettirmiştim. Yeni dünyalar görmek için bir krallığa adım atmak istedim. Bütün şehri bir kral yönetiyorsa o kral tek başına neler yapabilir? Bir insan tek başına neler yapabilir? Merak ediyordum. Yolun sonu gözükmüyordu. Uçsuz bucaksız bir şehir görülendi. Peki neleri fark etmiyordum? araştırmak için bu şehirdeyim. Kaleye giden yolda dolaşırken etrafta hiç çocuk görememiştim. Acaba neler yapıyorlardı bu saatte? Uyuyorlar mıydı ya da özel eğitim alıyorlar galiba. Şehir o kadar sanatsal görünüyordu ki bu şehirdeki insanları merak ediyorum. Şehirde dolaştığım sırada baktım ki çok fakirler. Pazarlarda neredeyse birkaç çeşit ürün var. Evleri onlardan çok farklıydılar abartmak istemem ama nadir bir mermerden taş evler vardı. Sokaklar tertemizdi. Hayvanlar çok sakindi. İnsanlar çok gürültülüydü. Dert ve tasa doluydular. Onların konuştuğu dili bilmiyordum. Çok fazla aynı harfi kullanıyorlardı. Böyle evler yapan insanlar nasıl böyle bir dile sahip olabilirdi? Zenginlikleri hiç yoktu ama bütün ev eşyaları kıymetli madenlerdi. Bir sıcak çay bu kadar güzel bardaklar karşısında ne yapardı bilmiyorum. Üstelik hiç zayıf insan yoktu. Gayet kendine bakımlı ve iyi besleniyorlardı ama evlerinde yiyecek görememiştim. Sorularımı kral cevaplayacaktır diye düşünüyordum. Kaleye ulaştığımda bir gezgin olduğumu söyledim. Beni çok güzel karşıladılar. İçeri girdiğimde kıyafetlerimi değiştirmek zorunda kaldım. Basit bir bez parçasıydı giydiğim. Karnımı bir güzel doyurdular. Sonrasında kralın önüne getirildim. Kral beni anlamıyordu ama yanındaki bilge diyebileceğim biri beni anlıyordu. Kral çok şatafatlı bir yerde oturuyordu. Sarayı da öyle bir yerde oturuyordu. Ne kralın kalkması mümkündü yerinden ne de sarayın. Kral konuşmaya başladı:

-Şehrime Hoş geldin gezgin! Burası kendini geliştirebileceğin ve zihnindeki bütün kirlilikleri bırakabileceğin bir yer. Zeşu sana yardım edecektir.


Zeşu oradaki bilgeydi. Ona krala birkaç soru soracağımı söyledim. O da dediklerimi krala çevirecekti.

-Krallığınızın ihtişamı kusursuz. İnsanların zindan hayatı da o kadar kusursuz. Kendinize itiraf edin ki bilgeliğe ulaştıracağınız ve bilgelikten oluşan bir şehriniz var. Üstelik bir şehri yönetmek dışında kendiniz ilgileniyorsunuz. Tabii ki bir ülke dolusu hizmetçiniz var. Şimdi söyleyin iddia ettiğiniz bilgelik nerede?

-Bir gezgin kılığında cahil bir insansın sadece. Nasıl krala böyle bir soru cürretinde bulunursun. Giydiğin kıyafetler bütün yıl başkaları tarafından giyilmiş iyi ruhlarca kutsanmıştır. Yediğin yemekler evlerinde aç olan insanlar için Tanrı tarafından gönderilmiştir. Tanrı dedi ki: "Bilgeliğin yayılacağı bir şehir inşa edin. İnsanları doyurun. Nimetlerinizin en güzelini insanlara sunun. Bir mabet gibi olan bedeninizde kalbinizi -evinizi- sakin tutun. Başkalarının malını almayın. Çocuklarınız bir günah üzerine doğmuştur. Onlar arınana kadar onları bir mahpusta tutun.” Sen Tanrı’ya karşı geliyorsun. Bilgeliğin ne olduğunu okumak yetmez. Onu yaşamalısın. Ben ki krallığımda bunu hakim kıldım. Başka sorun yoksa şehrimden gidebilirsin. Tanrı der ki: "Bilge olmayanlar yanılır onlara yaklaşmayın. Onları kovmayın ama kendinizden uzaklaştırın."


-Bu şehri kim inşa etti?

(Kral cevabında kesindi oldukça da gaddardı.)

-Ben inşa ettim.

-Mermerler, ev eşyaları, mükellef sofralar, sarayınız ve tahtınız. Onları nasıl yaptınız?

-Haddini bilmez gezgin. Sadece defol. Sen Tanrıyla konuşuyorsun. Oysa nankörlükten başka bir şekilde davranmadın. Yıkıl karşımdan.


Kral, Zeşu’ya emir verdi. Onu götürün ve ateşe açılan kapının yolunu gösterin dedi Kral. Yolun sonu galiba dedim. Ne olabilirdi ki hayatta? insan iyi bir yolda olamazdı. Sapardı insan yolundan. Gezgin kapıdan çıkmadan bir şiir okudu:

-Kulak ver yüce insan!

İmdat et ve söyle kendine

Kim kandırıyor seni

Dönüyorsun Tanrının yolundan

Bir zamanların kölesiydin ilim diye yanan

Kulak ver yüce sanan

Kendine geri dön

Ne baki öğretin ne de sana öğreten hocan

Kafiye aramam şiirde

Ama hayat muhtaçtır şiir diye bir ilaca


Kral kendi yansımasını görmüştü aynada. Gençliğinde on kişilik bir bilge grubundaydı. Halktan gelen şikayetleri kral tek tek okur ve danışırdı bilgelerine. Zamanla Tanrı kayboldu oturdu insan tahta. Bütün bilgeler öldürüldü. Bilgeler varken yapılan evler boştu artık. İnsanlar rezil bir hale düşmüş. Açlıkla zar zor mücadele ediyorlardı. Kral onları köle yapmış yoksa bütün şehir ölecekti açlıktan. Ekilmeyen araziler el değmemiş bir insanlıktı. Ölmek üzereydi. Çocuklar başka ülkelerde büyüyordu. İnsanlar Tanrı’ya yaklaştık sanıyordu koca sarayda oysa Tanrı neden gönderirdi Dünya’ya çocukları?


Gezgini dışarı atmışlardı şehirden. Kovulmuştu şeytan olan Tanrı’nın huzurundan. Büyük bir umutsuzlukla ayrılmıştı Gezgin. Dağın tepesinde oturan Zeşu ’yu gördü. Yanına gitti. Onu anladığını biliyordu.

Gezgin: Sarhoş karakterler hakikat bilmez. Acaba ikimizden biri yeteri kadar sarhoş değil mi?

Zeşu: Krala itiraz etmen yanlıştı. Hakikati bildiğini sandın. O bilgelik dedi sadece.

Gezgin: Sarhoşum bir dakika...

Sarhoş oldum

Kurulu önümde bir sofra

Oturuyor yanımda bir mey

Bilgelik derdine takılmaz bu ney

Sadece üfler akıldan bir nefes

Sarhoş ne görürse meyde

Bakar etrafa öyle

Hatalıydım içmek sarhoş eder insanı

Peki neden bulaştım meye

Yaratılmış bir damla su isem ben

Kurulu önümde bir sofra

Bu yaşanılanlar neydi?



Zeşu: Bu sözleri nerden biliyorsun? Bu yaşanılanlar neydi?


Aşk diye cevap verdi Gezgin.

(Zeşu Dağı Gezgini-Hatırat 1. Bölüm son perde)


(Asya Hükümdarlığının Gelişme Dönemi’nde yazılı metinleri çeviren alimler bir metnin kopyasını buldular ama okuyamadılar ve tozlu bir odada kayboldu hatırat. Yıllar sonra bu hükümdarlığa ateş düştü. Bütün şehir yok oldu. Hatıratları değerli diye kaçıran soyguncular bir alime para karşılığı sattılar. Kralına götüren alim kralın huzurunda söze başladı:

-Bu metin anlaşılmamış gibi ama bu bir günce. Bir kadın yazmış. Tarihleri incelediğimizde bu şehre giden hiç kimse yok bir kadın hariç. Bu şehir bir Budist Tapınağı. Oraya kimse gidemez. Nasıl gittiğini yazmamış. Adı yok. Sadece “şu “diye bir hece okunuyor. Metin yanmış. Kralım bir zamanlar ilimde yüksek bir şehir vardı. O şehir katledildi ve o şehirde kadınlara dair bir kül bile yoktu. Erkeklerden kurtulanlar olmuştu ama “Zeşu” denen biri dışında bu kadını bilen yok.

Kral: Neden bir erkek yazmış olmasın?

-O halkta erkekler yazamazdı. Çünkü çocuklarını günahkar kabul ettikleri için parmakları kesilirdi. O kadın tarihte kayboldu ama metin üzerine çalışılmasını isterseniz biz yeniden küllerden bir kadın ortaya çıkarmaya çalışacağız.

Kral: Keşke o metne ulaşabilseydik? Hangi kadın Budistleri görmüş ve hangi kadın tek biri tarafından bilinebilir? Bu açıkça bir sırdır.)