Eksik insanlığım sokaklarda, kelimelerimde karşıma çıkardı, sürekli. Üstüme hiç uymadığının bilincinde olduğum bir kıyafeti sürekli giymek zorundaymışım gibi hisseder, tenime yapışan bu boyunduruğu çaresiz bir mahkûm gibi kabul ederdim. İçime bakmak, cümlelerimi tanımak o kadar zor gelirdi ki bana, anaç yalnızlığıma kaçmak için çıldırasıya bir arzu duyardım. En nihayetinde, gün içinde hiçbir şey yapmamış olmama rağmen, sırf takındığım 'başkalarına ait' bu tavır nedeniyle yorgunluktan bitap düşer, kendimden ve beni buna zorlayan yaşamdan nefret ederdim.


Nefret çok kuvvetli bir histi, onu duyumsamak daha da kuvvetli... İşin içinden çıkmak, tekrar müspet insan sıfatlarına erişmek çok zor bir hal alıyordu; özellikle bu nefret, kişinin kendi benliğinde cisimleşiyorsa. Ancak bu noktada bir ikileme çarpıyordum daima. Yaşamdan bu kadar nefret ettiğimi düşünürken, dahası bu nefreti iliklerime kadar hissettiğim fikrine kendimi bu kadar inandırmışken aynı zamanda onu delicesine seviyordum aslında. Gecenin bir vakti, uykunun en derin anında mesaneme olanca kuvvetiyle baskı yapan bir idrar bütünü gibiydi bu his -benzetmem mazur görülsün lütfen. Beni uykumdan uyandırdığı, birazdan yatağımdan kaldıracağı için ondan nefret ederdim. Beni zorladığı şeyden kaçmak, yani işememek için mümkün olan tüm yollara başvururdum ama bir türlü yenemezdim onu. Sonra, ekşimiş bir surat, öfkeden kızarmış gözlerle tuvalete gider ve hallederdim işimi. Her şey burada garipleşirdi işte. İşimi bitirdikten sonra duyumsadığım rahatlık hissi, mesanemde yeşeren ferahlık, neredeyse parmak uçlarımda dolaşan tatmin duygusu beni tümüyle mest ederdi. Sanki biraz önce onun hakkında nefretle dolup taşan ben değilmişim gibi, suratımda esrik bir gülümsemeyle boş boş fayanslara bakardım.


Yani bir bakıma yaşamayı da çok seviyordum. İnsanda koşup oynamak gibi içgüdüsel bazı hisleri uyandıran bahar aylarında -eğer işim gücüm de yoksa- takındığım rollerden vazgeçme fırsatını buluyordum örneğin. Eğimli bir çimenliğe yatmaktan, tepemde salınan söğüt dallarından, bu duru güzellikten kendimi alamıyordum. Başka türlü bir durumda -ölerek mesela- bu hislerden mahrum kalacağımı düşünmek bile beni inanılmaz ölçüde kederlendiriyordu. Çok yağmurlu bir günün sokaklarda bıraktığı pişmanlık hissinin tam aksi... O zamanlarda insanların gözlerinde bir büyüyüp bir küçüldüğümü, aklın ölçeklerinde bozuşmaya başladığımı hissederdim. Her ne kadar bu hisler bütünü bahardan bağımsızmış gibi görünse de aslında sıkıca bağlıydı birbirine. Bahar gibi bazı yoğun duyguların olmadığı durumlarda en başta bahsettiğim tavrı takınır ve yaşamın her zerresinden tekrar tiksinirdim.


Sorunun ne olduğu çok açık ve netti. Eğer düşüncelerimin duyularımın önüne geçmesine izin verirsem o lanet tavır üstüme bir gömlek gibi yerleşiyordu tekrardan. Yakalardan boğuyordu beni, kollarımdan tutup zorla oynatıyordu. Gri bir günün sabahı, başım öne eğikken duyduğum hisler; çelimsiz bir hüzün, ıslak bir gerginlik olurdu genellikle ve ben de yarım olan, düşünsel insanlığıma dönerdim. Güçsüz duyumsamalarımı istemsizce unutur kendimi düşüncelerimin amansız kıskacına kaptırırdım. Ama apaydınlık bir bahar sabahında duygularım o kadar dolu ve kuvvetli olurdu ki düşünmek için zaman, hatta bir istenç bile bulamazdım. Örneğin sevişirken, sıcak yatağımda nedensizce gerinirken, gri tüyleri rüzgârda salınan bir kedi yavrusunu okşarken duygularla ve duyumsamalarla o kadar yoğun olurdum ki geride kalan hiçbir gerçekliğin önemi kalmazdı.


Peki çözüm neydi? Bir insan nasıl sürekli duygulardan muteber olabilirdi? Bir insan gece ve gündüzün kararlı ve monoton döngüsünü yırtarak, kabul edilebilir bir insan olmaya çalışmaktan nasıl kurtulabilirdi? Kendisini duyguların denizine nasıl serbest bırakabilirdi? Hayatta her sevginin, her aşkın sonlu olduğu bir gerçekken sürekli duygularla yaşayabilmek mümkün müydü? Tek bir karşılığım var bu sorulara, beni gün be gün eritmeye çalışan bu muammaya: mutlaka 'sarhoş olmak' gerek. İnsanın yaşayabilmesi için kendisini bir şekilde unutması, aklının bulanması lazım. Yani sonuçta; bir kızıl üzüm suyu çağlamak zorunda, insan gönlünün susuz boşluklarında.