Ondan geriye sadece sarı tarağı kalmıştı. Onu yıllar sonra ilk defa gördüğünde dere kenarında, yıkanmış çamaşırların yanında, suya düşen görüntüsüne bakarak saçlarını tarıyordu. Köylü çamaşırlarını hızlı akan derenin kenarındaki oyuklu kayaların üzerinde yıkıyordu. Köyün iki büyük ailesi arasında kan davası vardı. Husumetli ailelerin kadınları çamaşırları yıkamaya bile aynı günlerde gelmezdi. Nebioğullarından Davut okumaya heveslenmiş öğretmeninin de etkisiyle başkente ziraat mühendisliği okumaya gitmişti. Birleştirilmiş sınıfta birlikte okuduğu Haytaoğullarından Zeliha ise Davut’tan daha zeki olmasına rağmen babası Zeliha’nın üniversiteye gitmesine izin vermemişti. Davut taa o dönemden Zeliha’yı düşünürdü ama kan davalı olduklarını bildiğinden başını kaldırıp da Zeliha’ya bakmazdı. Köyde o yıl ekilen ürünlerde hastalık olmuştu ve köylü ne yapacağını bilmiyordu. Davut’a haber salmışlardı, köyüne dönecekti, köyündeki bu hastalığı inceleyip gerekenleri yapacaktı. Yolda aklına Zeliha gelmişti, belki de evlenmiştir diye geçirdi içinden. Köylüyü bu dertten kurtarırsa Zeliha’nın da kulağına gidecekti bu durum. Yol boyunca bunu düşündü. Arada bir uyuyakalsa da otobüs sarsıldıkça uykusu bölündü. Gün aydınlanmıştı, ilçeye varmıştı. Her şey değişmişti sanki. Köyü daha çok merak ediyordu. Kurtarıcı olarak görüyorlardı Davut’u. Haytaoğullarının ekinleri de hastalıkla boğuşuyordu. Davut’tan yardım istemek zor geliyordu, onca yıllık husumet vardı aralarında. İlkokulu birlikte okusalar bile ilkokul bitince çocuklar bile birbirine düşman oluyordu. Davut oldum olası karşıydı bu husumete, üniversitede daha da farkına vardı bu anlamsız kavgaların ne kadar gereksiz olduğunun. Davut bitkilerdeki hastalığı anlamış ve hemen ilaçlamaya başlamıştı. Haytaoğullarının da onca mahsülü bu anlamsız kavga yüzünden boşa gidecekti. İki aile o kadar nefret ediyordu ki birbirinden cuma namazlarında en ön saf her hafta bir aileye ayrılıyordu. Sadece cuma namazlarında arkalı önlü duruyorlardı, onu bile sıraya koymuşlardı. İmam olmasa iki aile çok defa birbirine girecekti. Davut imam ile konuşmuş ve iş birliği yapmıştı. İmam da aklı başında bir adamdı. Herkes saygı duyuyordu. Cuma günü imam cami avlusunda Haytaoğullarıyla konuşurken Davut’a seslenecek konuyu açacaktı. Bu sayede belki de iki aile barışacaktı. Belki de Zeliha’yla… Sarı Zelihayla… Cuma günü cami avlusunda imam Davut’a seslenince herkes şaşırdı. Davut imamın yanına doğru gitti, arkasından babası da gitti. Herkes şaşkındı, iki ailenin büyükleri ve imam yan yanaydı. Konu açıldı. İmam Davut’a iyi ki geldin dedi. Davut’un babası bunu duyunca gururlandı. Zeliha’nın babası da imamın yanındaydı. Davut sizin tarlalarda da sorun varmış, bir bakayım isterseniz dedi. Sessizlik oldu. İmam hemen ne güzel olur, günahtır onca ürün boşa gider mi hiç dedi. Davut’un babası gururlu bir şekilde, bak oğlum, köyümüze uğramasın böyle hastalıklar dedi. Haytaoğullarından Zeliha’nın babası şaşırdı, onca işçinin köylünün emeği vardı. Olur diyebildi sadece. İmam namazdan sonra bir bakalım dedi. Davut çok mutluydu. Heyecanlandı, aklında yine Zeliha vardı. Heyecandan cuma namazının sünnetini yanlış kıldı, güldü kendine. Namaz çıkışı imamla birlikte tarlaları gezmeye başladılar, dereye yaklaşmışlardı. Bugün çamaşır sırası Haytaoğullarının kadınlarındaydı. Davut, Zeliha’da orda mı diye merak ediyordu. Davut hemen anlamıştı hastalığı ama yine de dereye yakın yerdeki tarlaya doğru gidiyordu. Davut çamaşır yıkanan oyuklu kayaların oraya kadar geldi. Gözleri Sarı Zeliha’yı arıyordu. Kadınların biraz uzağında sarı saçlarını tarayan birisi ilişti gözüne, suya yansıyan güzelliği güneşi kıskandıracak cinstendi. Zeliha sarı saçlarını sarı tarakla tarıyordu, Davut heyecandan ne yapacağını bilemedi. Tam o sırada kulağının dibinde “Zelihaaa Zelihaaaa” diye bağırdı Zeliha’nın babası. Korkmuştu Davut, Zeliha da irkilmişti. Hemen babasına baktı, babası “ eve git, misafirimiz var.” dedi. Davut anlamıştı, misafir kendisiydi. Nebioğullarından Davut, Haytaoğullarından Sarı Zeliha’nın evinde yemek yiyecekti. Davut gerek yok dedi, olmaz dedi Zeliha’nın babası. Eve varmışlardı, köylü de şaşkındı ama köylüde de yıllardır süregelen husumetin yorgunluğu vardı. Zeliha, içeri girdi, hoş gelmişsiniz dedi. Davut yutkundu, hoş bulduk dedi ama sesi çıkmadı heyecandan. Ağzı kurumuş bunun dedi Zeliha’nın anası, ayran getir dedi. Zeliha ayran getirdi, Davut yaşadıklarına inanamıyordu. Sarı Zeliha’nın elinden ayran içiyordu. Gözünün ucuyla Zeliha’ya baktı ayranı alırken. Ah Zeliha, Sarı Zeliha, nasıl da güzelleşmişsin diye iç geçirdi. Davut ayranı içti ama ayran değil de cennetten getirilen şerbeti içiyor gibiydi. Zeliha’nın eli ayranı verirken titremişti. Davut bunu görünce daha çok heyecanlandı. Davut kafaya koymuştu, Sarı Zeliha’yla evlenip, alıp götürecekti onu buralardan. Ama nasıl olacaktı? Şu ana kadar her şey istediği gibi olmuştu, bundan sonra atılacak yanlış bir adım her şeyi mahvederdi. Davut, Zeliha’ya mektup yazmaya karar verdi ve kısa bir mektup yazdı. Davut mektubu kendi kız kardeşine verdi. Kardeşi dere kenarına gidip günleri şaşırmışım deyip geri dönecekti ve o sırada Zeliha’ya verecekti mektubu. Öyle de oldu. Yanlış gelmişim deyip dönerken Zeliha’nın anası seslendi, gel kız sidikli, gelmişsin boşa gitme, yıka çamaşırlarını dedi. Kadınlar gülüştü, kız abin evlenmedi mi senin başkentte diye sordular. Yok dedi Davut’un kız kardeşi. O sırada da Zeliha’ya baktı. Zeliha’nın gözlerindeki heyecanı ve yok dedikten sonraki ışıldamayı fark etti. Daha sonra bir çırpıda verdi mektubu, Zeliha şaşırdı, aldı, hemen sakladı. Zeliha eve varır varmaz mektubu okudu, “mektepte kaybettiğin tokan yıllardır bende saklı, müsait bir zamanda vermek isterim. Perşembe, saat 14.00, Kanlıböğette beklerim.” Zeliha, mutluluktan uçacaktı. Aynaya baktı, sarı saçlarını taradı. Tokayı Davut’un aldığını zaten biliyordu. Davut bekliyordu, çok heyecanlıydı. Arkadan bir ses geldi, getirdin mi tokamı? Davut döndü, güldü. Zeliha, utangaçtı ama nasıl oldu da böyle seslenebildi kendisi de şaşırmıştı. Getirdim dedi Davut. Hâlâ sarısın diye ekledi, hâlâ senden çalışkanım dedi Sarı Zeliha. 


Davut tam elli yıl saçlarını taradı Sarı Zeliha’nın. Husumet bitti, Nebioğulları ve Haytaoğulları cuma namazında birlikte saf tutar oldular. Dere kenarında çamaşır sırası yoktu artık, çamaşır makinesi gelmişti çünkü köye. Davut sıcak suya batırdı tıraş bıçağını, yüzünün sabunlu tarafına sürttü. Aynaya baktı, yüzü sertleşmişti. Sakalına sürttüğü tıraş bıçağı ses çıkarıyordu. Yaşlanmıştı, eli titriyordu. Her sabah tıraş olup Sarı Zeliha'sının yanına gidiyordu. Sandığın üstüne baktı, ondan geriye sadece sarı tarağı kalmıştı. 


“Ah Zeliha, Sarı Zeliha, nasıl da güzelsin..”