Şehir sıkıştırması diye bir şey var sayın okuyucu. Hani o artık saklandığın köşelerin o kadar da keyif vermediği, şehrin yüksek binalarının başlarını eğip de üstüne üstüne geldiği, her sabah uyanınca zihninde uyanan ilk cümlenin “tebdil-i mekanda ferahlık vardır” olduğu zamanlar… Kendimi düşük hissettiğimde rengini değiştirecek kadar uzun bir saçım yoktu belki ama şehir değiştirmenin iyi geleceği fikri beynimi bir fare gibi kemirmeye çoktan başlamıştı bile.


Sabahlardan bir sabah, bir valize ne kadar sığarsa o kadar eşyayı, en sevdiğim şarkıları ve kitapları yanıma alıp haritanın Batı’sından kendime bir yer beğenmiştim. Ege kıyılarında sakin bir kasabaya yolumu düşürdüğümde arkamda halen annemin benim için döktüğü gözyaşlarını hatırlıyordum; 30 yaşına da gelsem annemin arkamdan akıttığı gözyaşlarını. Şehrin sıkıştırmasından kaçtığım bu anlarda bir annenin çocukları için akıtacak gözyaşlarının her zaman var olması hayatın içinde de umudun hiç bitmemesinin bir işaretiydi aslında.

Tek bir valizle geldiğim bu yeni iklimde hiç de alışkın olmadığım rutubet kokusuyla tanıştığımda her şeyin çok güzel olacağı fikri aklıma yıllar önce izlediğim Her Şey Çok Güzel Olacak filmini getirdi. Kendi kendime ‘Bilemiyorum Altan…’ diye mırıldanırken yeni evimin ahşap kapısı hızla açıldı.


“-Sonunda geldin yahu!”

“-Sonunda geldim mi?”


Ne zamandır bekliyordu ki beni bu yaşlı adam? Ya da kendi şehrimden kilometrelerce uzaktaki ‘yeni kendi şehrimde’ ne zamandan beri birisi beni bekliyordu?

İşte görünüşte ununu eleyip de eleğini duvara asmış lakin tanıdıkça her bir yeni anda içindeki deliyle buluşma imkanına eriştiğim Hüseyin Amca ile tanışmam böyle gerçekleşti. Çok olmamış, hayatının büyük bir kısmını beraber yürüdüğü hayat arkadaşını kaybedeli. Kendi deyişine göre içine bir yerlere bastırdığı deliyi onun gidişinden sonra serbest bırakmış. Çünkü yine ona göre yalnızlıkla başa çıkabilmenin en kolay yollarından birisi de bir doz çılgınlık serpmekmiş hayata.


Düşünsene sayın okuyucu, evinin köşesine geçip de çengel bulmaca çözerek malum sonu bekleyen birisi yerine burçlara inanan, gerine gerine güz mevsimi doğduğunu ve Terazi burcu erkeği olduğunu söyleyen ve bundan da garip bir mutluluk duyan, tüm mahallelinin bir kez dahi arkasından kötü bir şey söylemediği, kendi değerli vaktini insanları mutlu edebilmeye ayırmayı kendine görev edindiğini falan düşündüğüm yaşlı bir adamla komşuluk yapıyordum bir süredir. Bu arada ‘Terazi burcu erkeği bir kadının başına gelebilecek en güzel şey’ imiş, Hüseyin Amca öyle demişti bir sohbetimizde. Kendi kendime ‘eşin de o yüzden bırakmış gitmiş seni sanırım’ diye geçirdim ama tabii ki bunu kendisine söylemedim.


Neyse ne diyorduk? Ha, Hüseyin Amca… Her sabah gün doğumunu yakalamak için sıcacık yatağından erkenden ayrılan, gayet koyu bir sohbetin içine gömülüp memleketi kurtardığımız anlarda birdenbire durup da kağıdını kalemini çıkaran, üstüne bir de ‘aklıma güzel bir cümle geldi de onu not aldım’ diye yüzüne tatlı bir gülümseme konduran bir adam. Kalbinde biriktirdiği cümleleri mekan ve zaman fark etmeden yazıya dökmesine çok imreniyordum Hüseyin Amca’nın. Yine kendi deyişiyle, bir insanın kalbinde birikmiş cümleler, aklını işgal etmiş fikirler eğer kağıda dökülmezse, bir başkasına aktarılmazsa insanın içini içten içe çürütmeye başlarmış. Uzun ve keyifli yaşamın sırrı bu olsa gerek!

Güz gelmişti artık bizim buralara, bir süre önce başladığım yeni hayatıma da sanırım yavaş yavaş alışmıştım. Yeni demlediğim kahveyi alıp da camın önüne doğru geldiğimde Hüseyin Amca’nın kurumuş bir dalı ayağa kaldırmak için uğraştığını gördüm. 80li yaşlarında bir adamın halen kuru bir dalı ayağa kaldırmak için uğraşması, henüz 30’larında olan benim her sabah işe gitmek için süründüğüm bir hayata karşı sahip olduğu yaşama sevincinin ta kendisi değil midir sayın okuyucu?


Pencereyi aralayıp “N’apıyorsun Hüseyin Amca bu soğukta, hem önümüz kış zaten, uğraşma boşuna” diyecek oldum ama Hüseyin Amca daha ben cümlemi bitirmeden öyle bir bakış attı ki cümlemin sonuna doğru sesim giderek azaldı, azaldı, azaldı; hiç oldu. Bir çocuk gibi heveslenip de ayağa kaldırmaya çalıştığı sarmaşık dalının yanı başına iki iskemle çekti, birini de göstererek “Gel hele otur şöyle” dedi. Üstüme bir şey alıp yanına çıktım. Kahve yanı sohbetimize başladık; o anlattı, ben dinledim.


Küçükken de müstakil bir evleri varmış. Biraz büyüyünce bahçe işlerine merak salmış küçük Hüseyin. Lakin babası izin vermemiş, bahçıvan mı olacakmış başımıza. Oysaki Hüseyin Amca zaten bu işin okulunu da okumak istemiş. Lakin imkanlar elvermemiş o zamanlar, olmamış.

Şimdi ise çocukluğunu hatırlayarak, belki o zamanlar içinde biriktirdiği imkansızlıklara inat, mevsim güze dönmüş olsa dahi kurumuş bir dalı ayağa kaldırmaya uğraşıyor. Dedim ya sayın okuyucu, ben daha bu yaşta işe gitmeye bile erinirken her gün erinmeden bahçesiyle ilgileniyor bu adam. Kahvemin son yudumuyla beraber zihnimdeki sorular da cevabını bulmuştu. İnsan daima yaşayamadıklarının peşine düşen bir varlıktı sayın okuyucu; eksiklerinin çetelesini tutardı. Ve zaman ne olursa olsun o yaşayamadıklarının eksikliğini gidermeye çabalardı.


Bizim filozof Hüseyin Amca’nın zihnime işlenen cümlelerinden biridir: “Gün doğumunu ya da gün batımını kaçırdığında insan birbirlerinin peşi sıra akıp giden günlerin içinde kayboluyor.” Madem öyle, gideyim de gün batımının tadını çıkarayım diye düşündüm mesai sonu yaklaşırken. Hem günler de giderek kısalmaya başlamış; henüz hava aydınlıkken ofisi terk ettiğim günlerin sonuna yaklaşmıştık. Kayalıklarda bir taşa oturup da güneşin usulca ufuk çizgisinden kaybolduğunu izlemek, gökyüzünün bin bir renge büründüğüne şahit olmak, güneşin kaybolduktan sonra ortalığın buz kesmesine tanık olmak gerçekten de keyifliydi; şaka maka bizim Hüseyin Amca haklıymış. İçinde kaybolduğum günlerin arasında bir nefes molası olmuştu, kısacık süren gün batımını izlemek…

Ortalık iyice soğuyunca kayalıklardan ayrıldım. Çiçekçiler Sokağı’na uğrayıp Hüseyin Amca’nın içindeki o çocuğun hevesiyle bir olup da ayağa kaldıracağından emin olduğum bir fidan ile yine bu koca adamın gördüğünde bir çocuk gibi gözlerinin içinin parladığı “kakaolu-sade” dondurmadan alıp ev yolunu tuttum. Sanki 80lerinde olan bu deli adamın içindeki çocuğun mutluluğundan bana da enjekte edilmiş gibiydi, içimden elimdeki poşetleri sallaya sallaya yürümek geldi.


Köşeyi dönüp de bizim sokağa girdiğimde ise gözümü çakarlı bir arabanın rahatsız edici ışıkları aldı, dikkatimi ise belli belirsiz bir kalabalık çekti. Bir süredir dalgın hallerimden korkuyordum zaten; “ısıtıcıyı açık bıraktım da ev mi yandı ulan yoksa!” diye hayıflanmaya başladığım anlar ile ayaklarımın geri geri gittiği anlar tam da aynı zamana denk geliyor sayın okuyucu. Az önceki çocuksu hallerimden eser kalmamış; bir yandan endişe bir yandan da merakla kalan yolu yürüyordum.


Evin yakınlarına yaklaştığımda çakarlı arabanın da kalabalığın da benim evin önünde olduğunu fark ettim. Belli ki bir olay var bizim sokakta! Kalabalık da telaş da benim evin önündeydi evet ama olayın ev sahipliğini benim evim üstlenmiyordu. Kalabalığa iyice yaklaştığımda birbirine karışan hıçkırıklar, sızlanmalar hikayeyi apaçık etmişti aslında.

Hüseyin Amca’nın bahçesine girdiğimde tüm sokağı aydınlatan arabanın tepesindeki ışık daha bu öğlen yanı başına iki iskemle çekip de sohbet ettiğimiz sarmaşığına vurdu. Yerime çakılı kaldım sayın okuyucu. Elimdeki poşet de kucağımda tuttuğum fidan da yere düşmüş, etrafa saçılmıştı tam bu anda.


Bir güz mevsiminde, gün doğarken çığlıklarla hayata gözlerini açan insan; yine bir güz mevsiminde, bu sefer gün batımında, sessiz sedasız binip gitmişti o sessiz gemiye. Ve o insandan da geriye bir kuru dal iken ayağa kaldırmaya çalıştığı sarmaşığı kaldı.

Dünya bir gölgelikmiş sayın okuyucu. Hüseyin Amca’nın hayatı kaçırmamam için yakalamamı söylediği gün doğumlarından ve gün batımlarından öğrendim bunu.