Her gün onlarca haber duyuyor, onlarca yaşanmışlıkla karşı karşıya geliyoruz. Hayatın rutini hepimiz için bir yerlerde aynı noktaya varıyor. Kimimiz anne-babayız, kimimiz işçiyiz-emekçiyiz, kimimiz işvereniz, kimimiz bir yerlere varma umuduyla yaşayan öğrenciyiz, kimimiz dilenciyiz, kimimiz sokakta mendil satan çocuğuz…


Hepimizin isteyerek ya da istemeyerek, zorunlu ya da gönüllü bir rolü var hayatta. Her birimiz edindiğimiz rolleri en iyi, en güzel şekilde tamamlama isteğiyle yanıp tutuşuyoruz şüphesiz. Bu hayat mücadelesi içinde etrafımızda yaşanan iyi-kötü, güzel-çirkin, siyah-beyaz yaşanmışlıkların ya da yaşananların karşısında duruşumuz ne durumda onu düşünüyorum bazen.


Elbette ki her birimiz ayrı geçmişlerden, ayrı kültürlerden, ayrı etiklerden, ayrı ailelerden oluşmuş bireyleriz. Fakat her birimiz toplumu oluşturan temel yapı taşlarıyız. Her birimiz, içinde bulunduğumuz toplumun birer rengiyiz. Kimimiz siyah kimimiz beyaz kimimiz gri… Eminim ki, eminsiniz ki hiçbirimiz tek başımıza toplumun yozlaşmış taraflarını düzeltemeyiz. Fakat olduğumuz nokta, durduğumuz saf da en az değiştirmek kadar önemli ve hassas.


Bahsettiğim bu hassasiyet noktasında ''şaşırma hissimizi'' sorgulamak istiyorum.

Öyle bir zamanda öyle bir devirde yaşıyoruz ki şaşırdığımız ve şaşırmadığımız olayların yönü tamamıyla olması gerekenin –olağanın- dışına çıktı. Artık kötü, çirkin reflekslere değil de yaşanan iyi güzel olaylara şaşırıyoruz mesela. Elbette ki hiçbirimizin içinde yatan hislerin, düşüncelerin derecesini ölçeklendiremeyiz. Fakat her birimizce örneğin hırsızlık, ayıplanan bir olaydır diye düşünüyorum. (Burada nedensellik gözetmeden sadece hırsızlık olarak bakmanızı istiyorum)

İşte içinde bulunduğumuz sistem öyle bir yere çekiyor ki insanlığımızı şaşırma yetimizin rotası değiştirildi ve bizler buna hiç sorgulamadan müsaade ettik.


Artık yolda karşıdan karşıya geçmekte zorlanan bir yaşlıya yardım eden birini gördüğümüzde şaşırıyoruz. Artık yolda mendil satan bir çocuğun başını okşayan birini gördüğümüzde şaşırıyoruz. Artık bir sokak kedisinin su içmesi için kapının önüne bırakılan bir kaba şaşırıyoruz. Artık bir emekçiye gülümseyerek ''kolay gelsin'' diyen bir çocuk gördüğümüzde şaşırıyoruz. Artık dünyada yaşanan tüm güzelliklere lütufmuş gibi bakıyoruz. Aslında olması gereken her şey artık bizim için olağan dışı bir hal aldı. Çünkü bu güzelliklerin azaldığını hissediyor, görüyor ve biliyoruz. Bunları ayakta tutacak yegane etkenin insan olduğunu, gene biz olduğumuzu unutuyoruz.


Peki neye şaşırmıyoruz?

Kadın tecavüzlerine, aynı şekilde kadına şiddete şaşırmıyoruz. Hayvanlara karşı yapılan kıyıma şaşırmıyoruz. Dil, din, ırk, mezhep çatışmalarına ve bunlardan doğan katliamlara şaşırmıyoruz. Aile içi şiddete şaşırmıyoruz. Ormanların yakılıp yıkılmasına şaşırmıyoruz. Herkesin dilinde herkesleşmiş ve bayağılaşmış tek bir cümle: İnsandır, yapar.


İnsan bunlar için mi var?

Farkında olarak ya da olmayarak her şeye alışıyoruz, alıştırılıyoruz. Dünyanın olağanlığı kötülüğün üzerine kurulmaya başladı artık. İnsanın varlığı sadece yıkımdan ibaret hale geldi. İyilik, merhamet, incelik, derin düşünme günden güne yok oluyor ve biz bunlara alışıyoruz.

                

Satırlarımda bahsettiğim şaşırmama durumu bizi toplum içinde gerçekleşen bütün kıyımlara karşı tepki vermekten alıkoyuyor. Kötülük içinizde olağanlaşmışsa ve bunu artık toplumun bir getirisi olarak kabul etmişseniz zaten hiçbir haksızlığa, hiçbir eziyete, hiçbir katliama ses çıkarmanızı, tepki vermenizi bekleyemem. İşte tam da istenen budur. Şaşırmamak, alışmak ve kabullenmek…

Şaşırın, alışmayın, kabullenmeyin!