22 Ağustos 2003. Saten adında bir kumaşın varlığından haberdar olduğum gün. Küçümsemeyin. Dokuz yaşında bir çocuk için sandığınızdan çok daha öğretici bir bilgidir bu. Yalnızca bir kumaş türü olduğunu düşünebilirsiniz. Oysa sateni ben kendi başınayken görüp de öğrenmedim. Önce ipeği öğrendim. Sateni ipek sanıp sorma gafletinde bulununca ipeğin ikincili olduğunu öğrendim. İkincillik… Bir kumaş için bile utanç verici bir kelime. Bir kumaşın bile ikinci, sonradan, geç kalmış olduğu bir dünyada insanın ikincil olması bilginin koskoca tarihinde nasıl bu denli göz ardı edilebilir? Ediliyor işte. 


Sadık ağabeyin gömleğinde yazıyordu bunların hepsi. Güneş gibi parlak, çölde kendi halinde sürünmekte olan bir yılan gibi parıldayan bir gömlek. Niçin kırmızı şimdi bilmem ama o zamanki ben bana derdi ki “Kaptanların gömlekleri böyle fiyakalı olmalı!” Zaten gömleğin de çok bir numarası yok çünkü yan kamarada da işler yolunda gitmiyor. Sadık ağabey “Adalara hep bizden önce varıyorlar, ganimeti ellerine bizden önce geçiriyorlar Hakim!” diyor bana. “Daha sıkı çalışman, babana zımba gibi bir miço olman lazım!” Adım denizlerin “Hakim”i ve başımla onaylıyorum.


Denizlerin hakimiyim fakat her nasılsa hakimiyetime yakışmayan bir utangaçlık var üzerimde; o günlerde pek konuşmuyorum. Gözüm hep bir yerde yalnız. Sadık ağabeyin hem kendine hem ailesine her daim giydirdiği kırmızı zaten gömlekler... Belki de yanılıyorum. Gömlekler onların değil de onlar gömleklerin. En derin duyguların insanı olmak gibi bir şey bu zihnimde o zamanlar. Kırmızı saten gömleklerin ikincil olmasına katlanamıyorum çünkü. Kesin insanlar ikincil olmalı çünkü böylesine zarif kumaş parçaları muhakkak insanlardan daha kırılgandır. Zaten "ipeğe kaybedilmiş bir birincilikten sonra insanlar da vurmasın"dır. Kesin karar veriyorum, insanlar ikinci. Gömleklerin insanları.


Onları tanırsınız. Hem de iyi tanırsınız. İnsan her gün gördüğü birilerini tanımazlıktan gelecek kadar alçaklaşmadı daha çünkü. Onlar Neşet Ertaş’ın “bir ayrılık bir yoksuzluk bir ölüm”ündeki yoksuzlardır. O, bu kelimeyi onlar için icat etmiştir. Kelimenin en tek başına, en asil duruşundan hareketle, yokun bile elde olmamasıdır yoksuzluk. Onlar için her şey o kadar yoktur ki bu bütünün parçası olmayı bir madalya gibi gururla taşırlar göğüslerinde. Yoksuzluk madalyası. Anlı şanlı onur nişanesidir. Dünya denizlerinde ekmek teknesini batırmamış olmanın başarısı üzerine kendi kendine verilir. Aslında gemi de yoktur ama işin şanı da buradadır zaten. Onlar, olmayan gemileri yüzdürmeyi bilirler. Tanısanız siz de seversiniz bu yoksuzluğu. Bu sanatı öylesine güzel icra ederler ki içinizden hiçbir yere koşmak gelir. Beceremezsiniz ama. Yoksuz olma sanatını icra etmek yıllar alır nereden bakılsa. Onlar bu meseleye de yok tarafından bakmayı kendiliklerinden öğrenirler.


Yine de gömlekte yazan tüm bu bilgiler kaptana -kendisi babam olur- bana geldiği kadar ilgi çekici gelmemiş olacak ki “Haydi denizlerin Hakim’i!” dedi bana her sabah olduğu gibi. “Gidiyoruz!” Kırmızı saten gömleği her sabah olduğu gibi Sadık ağabeyin üzerinden çıkarıp kendi üzerime giydim. Hayalimde oldu tüm bunlar. İşine tutkuyla bağlı bir miço gibi kaptanımın peşine düştüm. Pedallara asıldı kaptanım beni uzak denizlerin, uzak adalarının ganimetlerine götürmek için.


Derdimi anlamak için ganimetin ne olduğunu anlamanız lazım önce. Bizim ganimetimiz kağıttan, plastikten, camdan, kartondan hazinelerde saklıydı. Her sabah mücadelelere girerek, kılıç hakkıyla, diğer korsanlarla savaşarak toplardık o ganimeti. Kralların bizzat kendi elleriyle değerli kağıtlara çizerek ve değerli makinelerinde şekillendirerek yarattığı metal adalardan. Sonra o kağıtları da toplardık. Tüm planlar elimizde olmasına ve adaları her gün ziyaret etmemize rağmen hiçbir zaman kendimize ait bir adamız olmadı. Hep birileri bizden önce gelip sahiplenirdi o metal adaları. Çok kanlı savaşlarla her gün sil baştan fethederdik. Hiçbir zaman bayrak dikmedik çünkü belediyeye göre adalar herkesindi. Belediyelere bundan saygı duyarım zaten.


Bürokrasinin ikincilleştirme politikası belediyelere hiç sökmemiştir. Onlar ikinciller arasında ayrım yapmazlar. Hepsini eşit derecede görmezden gelirler. Bir ikincilin diğerinde hakkı kalmasın diye hiçbir ikincili renklerine bağlamazlar. Bu bir bakıma kul hakkı yememektir. Aynı yerden hareketle ganimetlerimize de göz dikmezler. Kral, “Ben kralım!“ diye bağırmaz. O sabahki ganimetime göz dikmemeleri de benim için o sabahı mükemmel bir sabah yapmaya yetmişti. Ben yalnızca akşamının o kadar mükemmel olmayacağını düşünemedim.


Öğlen vakitlerinde Sahaflar Adası’na vardık. İşler kesattı. Bölüşecek kadar bile ganimetimiz yoktu o gün. Kaptanın canı sıkkındı. Omzumda bir papağan olsa o da kaptanı görüp kahrolurdu. Ben yine de onu severdim ama o yine de kahrolurdu. Gemiyi bir palmiyenin altına demirleyip pineklemeye karar verdik. İyi bir miço gibi rulodan dürbünlerime gözlerimi geçirmiş adaların etrafına bakınıyordum. Ganimet bulursam kaptan gülümserdi ama kaptanın başka fikirleri vardı. Az ilerideki kitap krallarına -ki kendilerine sahaflar da denir- gidip o günün yemeğini çıkarmak üzere ellerinde ona verebilecek eski ganimetler olup olmadığını sormaya gitti. Ben de kendi ganimetime tam bu sırada rastladım. Kırmızı, küçük, dikdörtgen bir kağıt mücevheri. Böylesine düzgün şekilli bir ganimeti hiç görmemiştim. Üzerinde bir adam var. Gülümsüyor. Dokuz yaşındayım.


“Bu da bir ülkenin kralı herhalde,” diye düşünüyorum. Kaptanı gülümsetebilmek için kolları sıvıyorum. Frenlerden ellerimi çekip geminin güvertesinden denize atlıyorum. Köpek balıklarıyla ve timsahlarla dolu bir körfezden ölmeden geçmeyi başararak ganimete ulaşıyorum. Tam yüz bin (!) parça karton, birkaç parça cam, üç adet su şişesi ve bir de yakınlaştıkça garipsediğim kadar rengine de vurulduğum o küçük ganimeti alıp güverteye geri dönüyorum. Kaptanın kucağında bir sürü kitap ganimetiyle döndüğünü görünce aklımı kaybedip elimdeki tüm ganimeti güvertenin çuval kumaşından yapılma sandığına boşaltıyorum. Kırmızı ganimetimi de beraberinde...


Kaptan seferinden çok zengin dönüyor o akşamüstü. Tam altı kez sahafın sarayına gidip geliyor. Yırttık! Üstelik döner dönmez de duymak için can attığım o büyülü cümleyi havaya savuruyor: “Kara göründü!” Havalara uçuyorum. Allah’ım, gücüne gitmesin ama yarattığın tüm cümleler içinde en çok bunu seviyorum. Tüm yukarı ve aşağı giden yokuşları kralların arabalarıyla geçiyoruz sanki.


Eve varır varmaz ganimeti bölüşmeye geliyor sıra. Bunlar kağıda, bunlar plastiğe ve bunlar da cama. Sonra bir an geliyor. Babam duraksıyor. Elindeki şey hiçbir sandığa gitmiyor, gidemiyor. Elinde ganimetimi tutuyor. “O benim!” diyorum. Babam bana bakıyor, ben babama bakıyorum. Allah’ım, diyecek bir şeylerim var muhakkak ama dilime sıkışmış, çıkaramıyorum. Bu sessizliği bozmazsak ikimizi de yutacak. Artık ikincil bile olmayacağız, çok net anlıyorum. Babam tekrar kaptan oluyor. Kaptan bakmaktan öylesine sıkılıyor ki aklına gelen ilk şeyi yapıyor. Miçonun ağzının tam ortasına okkalı bir ikincillik yerleştiriyor. O gün hayatımın dersini alıyorum: Kırmızıyı gördüğün yerde kaç. Kırmızıdan hayır gelmiyor belli ki. Güneşe küsüyorum, babamın akşamları yaktığı ateşe küsüyorum, kırmızıya ve kırmızı tabelalı belediyelere de toptan küsüyorum.


İkincil kaptanlar tam olarak böyledir. Saten gömlek almaya yetecek ganimeti bulur da anlayamazsanız size anlamayı zor yoldan öğretirler. İkincilin hayat dersi budur. Ganimeti bulur ve saten gömleği alırsın. Senin gemilerin, iyi bir miço olma gayen, kendini gerçekleştirme çaban ikincili ilgilendirmez. Benim satensiz ikincilliğim de böyle bir yanılgıyla başladı. Satenin ipeğin kötü bir kopyası olması gibi, babamın yamuk yumuk, şekilsiz gölgesi olmayı kabullendim. Oysa ben baba kelimesinin tüm dikişleri atmış, yıkandığında çeken bir kopyasını bile bağrıma basardım. Benim satensizliğim böylesine siyaha karışmış, vişneçürüğüne çalan bir kımızıydı.