Der demez s,t,e,p,h,a,n z,w,e,i,g harfleri dudaklarından birden ve hızla çıkıveriyor. Elinde dergiyle daha yeni kitabevinden çıktın. Kitabevinin giriş ve çıkış yeri aynı olduğundan ve oraya gelen okurların geliş ve gidiş zamanları da belli olduğundan tek fark ayaklarının hareket yönü oldu. Girer girmez karşına çıkan, diğerlerinden daha uzun ve dar olmasından dolayı bir tür kuleye benzettiğin raflara dizilmiş kitaplar gördün. Bunlar sevgi gösterileriyle karşılanmayı bekleyen “aristokrat” kitaplardı. Bu kitaplar dağıttığı ihsanın ya da sadece sanın karşılığında bir miktar para ve bolca beğeni bekliyordu. Halkı çok düşünürdü bu kitaplar, bu yüzden yılın çoğu haftalarında indirime girerlerdi. Yok, pardon satın almayı kolaylaştırma yüceliğini gösterirlerdi. Üstelik bildiğimiz “aristokrat” insanlara göre onlara ulaşmak sıradan kitaplara ulaşmaktan daha kolaydı. Anlayacağınız karşımızda popüler ve hâkim bir kitap sınıfı vardı. İşte z,w,e,i,g’ı,n s,a,t,r,a,n,ç kitabını bu kulenin içinde gördün bir an ve şaşırdın. Bu şaşırma duygusu iki yönlüydü. Hem bir yandan sevindin hem de diğer yandan z,w,e,i,g e,l,e a,y,a,ğ,a m,ı d,ü,ş,t,ü! diye düşündün. Çünkü sen “gerçek soylu” kitapları okuyordun. Ve bir iz sürücü olarak onların kadim mahsenlerini ve gizli ayinlerini biliyordun. Ya da öyle sanıyordun. Sanıyordun ki bu “gerçek soylu” kitaplar dünyanın ve hayatın sırrını taşıyordu. Dünyayı yöneten insanların kitaplarıydı bunlar. Çünkü sen buna ikna olmuştun. Kimileri anlamlarını ve sırlarını bilmeden bu kitapları alıp kütüphanesine koyuyordu. Kimileri o kitapları tarif etmek için başka kitaplar yazıyordu. Sıkışan yayınevleri hemen “gerçek soylu” kitaplardan bir seri basar ve satışlarını arttırarak “aristokrat” kitaplarının baş köşelere kurulmasını sağlıyordu. Buraya dikkat edin “gerçek soylu” kitaplar sessiz sedasız bir uçtan diğer uca yayılıyordu. Girişte yayınevinde duran “aristokrat” kitaplar güle oynaya eğlenip; ince, zarif bedenleri ve renkli yüzleriyle o valsten bu valse kıvrak ve şık adımlar atıyorken bu kitaplar ülkeyi ve hatta bütün dünyayı sarıp sarmalıyordu. İşte görünenle gerçek ancak senin gibi iz sürücülerin gözleriyle birbirinden ayrılabiliyordu. Yine de kimin kimden üstün olduğunu öğrenememiştin.


En berrak sularda bile kırılmayan ışıklar senin imbiğinden geçtiğinde hızlıca ayrışıyor sonra tekrar birleşiyordu. İz sürücü olarak kitabevine defalarca girmiştin. Önce etrafı yani neyin nerede olduğunu ve ne şekilde düzenlendiğini anlamaya çalıştın. Girişteki kulenin sağından dümdüz gittiğinde tam karşındaki raflarda komplo kitapları çıktı. Şaşırmadın.


Rafların bitiminde merdivenleri ve sonra depo yazan tabelayı gördün. Yine şaşırmadın. Sonra kitabevinin bütün bölümlerini gezdin ve bütün kitapları göz ucuyla teftiş ettin. Yine de eksik bir şeyler vardı. İnsanlara bakmaya karar verdin. İlk çayını kitabevinin hemen çaprazındaki tentesi ve tabelası kırmızı ve tabelasının üzerine beyaz harflerle “Yılmaz” yazılmış bir büfeden aldın. Büfeci asık suratlı, kirli sakallı bir adamın tekiydi. Hani yolda görse bakışlarıyla insanın cesaretini tartacak tiplerden. Yine de çaresiz cebinden bozuklukları çıkartayım derken cebindeki gerekli gereksiz bütün kâğıtları yerlere saçtın. Böyleydin sen, her iz sürücü gibi iz bırakırdın dokunduğun yerde. Büfeye yöneldin, plastik bardağa doldurulmuş bayat bir çay ile kaskatı bir simit aldın. Midene ulaşmayı başardıklarında dişlerinden bir şey kalmayacaktı ama karnın bir nebze olsun doyacaktı. İlk yudumdan ve ilk lokmadan sonra başladın işe. Önce bankta tek tük oturanları izledin. Oturuşlarını, kalkışlarını, ceplerinden telefonlarını ellerine alışlarını. Hatta kimileri sık boğumlu kimileri uzun olan parmakları da inceledin. Bazılarının tırnağı ojeliydi ve bazılarının tırnaklarının içi kirlenmişti. Sonra o parmakların hareketleri ve telefon denen nesneyi kavrayışlarıyla devam ettin. Deminden beri buraya oturan herkesi ayrıştırdın, yaşamlarını ve kaderlerini tayin ettin. Kim verdi sana bu hakkı? Birisi seni böyle inceleseydi ne tepki verirdin? Neyse ki kimse işi çakozlamadı. Çünkü sen o kadar usta oldun ki bu işte 100 metre öteden giden bir insanın yaşamını ve yüzündeki çizgileri sırf yürüyüşünden çözebilirdin. Allah vergisi bir yetenek mi yoksa büyük bir aktörlük becerisi mi orası seni bilen, tanıyanlara kalsın.


Evet yüzler diyorduk, yüzleri de incelemeye aldın çünkü işini iyi yapmalısın. Çünkü pardösülü ve ciddi suratlı bir adam yaveriyle dar sokağın hemen sonundaki 5 katlı evinin kapısının önünde arabasıyla bekliyor olabilir. Bir keresinde askısındaki Baretta’yı çıkartıp namlusunu ağzının içine sokmuştu. O gün işi yapana kadar bekleyeceğini söylemişti. Davranışının aksine kibar bir tavırla yapmıştı bunu. Hakikaten de adam orada arabanın içinde beklemekteydi. Bunu dün akşam eve sarhoş gelirken farların iki kez yanıp sönmesiyle kesinleştirdin. O günkü görüşmenizde bir pusula bıraktı sana ve bir casustan söz etti. Casusun adı sanı yoktu Adam casusun isminin baş harfinin “s” olduğunu söylemişti Bu casus “gerçek soylu” kitaplar tarikatı adına “aristokrat” kitapların arasına sızmıştı. Ancak senin bu şehre geldiğin günden beri kendisinden haber alınamıyordu. Bir bağlantın ya da ilgin olmalıydı. Ya da onu ortadan kaldıranlar senin peşine düşmüşlerdi. İşte bu yüzden işini en iyi şekilde yapmak ve hiçbir noktayı kaçırmamak zorundaydın. Yoksa kapında bekleyen bilinen felaketin ile ardında seni gözleyen gizli felaketin her an içeriye dalabilirdi. Hatta aynı anda bile olabilirdi bu. Aslında sen bunun böyle olmasını ne çok isterdin. İkisinden aynı anda kurtulma fırsatını elde edecektin ne de olsa. Yine de cesaretin yoktu çünkü sen bir piyondun. Hazırlanan algoritmaya göre vezir olman da pek mümkün görünmüyordu. Sen geçerken alınacak tarafı tutan piyondun ve ilk iki hamleni çoktan yaptın. Aradığın yüzlerde herhangi bir “s” bulamadın. Buna karşın tanıdık kumral bir yüze rastladın. Dikkatle bakmış olsan da bu yüzü çıkartamadın. Sanki kör noktalarından birinde gizleniyordu.


Tüm bunlar olurken ya da anlatılırken vakit öğleye vurmuştu. Kitabevinden çoktan çıkmıştın hatta güzel de bir kahvaltı etmiştin. Metro altlarından ve merdivenlerden çıkan kalabalık üzerine gelirken kenara çekildin. Şimdi bu iki paralel caddeye sıkışmış birbirini kesen sokaklar içinde gidip geliyorsun. Sakince düşünmene yetmiyor elbette. Bir an gözlerini kapatıp buradan uzaklaşıyorsun ve fizik kurallarını da yıkarak kendini birden banliyö treninde buluyorsun.


II


Sen kendi halindeyken iki arkadaş satranca oturmuşlardı. N. ile K. tartıştıkları bir konuda anlaşamamış ve işi satrançta kim yenerse onun dediği olacak noktasına götürmüşlerdi. Garip ve anlaşılmaz bir inat vardı aralarında. Ekibin üçüncüsü olan T. ise hakemdi. T. sadece felsefe alanında değil, hayatının her alanında ahlakçıydı. İşi o kadar ileriye götürmüştü ki bütün telefon konuşmalarını kaydediyor, aklına gelen bütün kötü düşüncelerini acımasızca ve abartarak günlüğüne kaydediyordu. Bunu ölümüne kadar yapacak ve vasiyeti de bu günlükten oluşacaktı. Yaşadığı hayatın yargılamasını yalnızca vicdanına bırakmıyordu. Yine de kişiliği araya girmeyi başarıyor ve itiraf etme eylemini ölüm evresine bırakmasını sağlıyordu. T. tam bir şövalye ruhluydu. Diğer ikili öyle değildi. Onların keskin ve rasyonel bakışları vardı. İlginç bir tesadüftü ki N. daha çok sağ elini kullanırken K. ise solaktı. Bu birbirini güçlendiren iki arkadaş dünyaya da zıt pencerelerden bakıyordu ama ne biz ne de başkası onları sağcı ya da solcu diye adlandıramazdı. Onların görüşleri hakkında yalnızca karşıtlıktan söz edebiliriz. Öğle sıcağında soğuk biraları getirdi T gülümseyerek. İkisi de hızla açtılar biraları ve büyük birer yudum aldıktan sonra oynamaya başladılar. Oyundan önce konuşulmuş ve uzlaşmaya varılmış bazı ilkeler vardı. Bunlardan ilki “yerinden oynayan her taş hamle için kullanılmak durumundaydı.” İkincisi ise “ oyun esnasında herkes birbirine General ya da ekselans diye hitap edecekti. Neticede aralarında bir savaş vardı. Üçüncü kural ise beraberlik durumu içindeydi. Böyle bir durumda kura yöntemine gidilmez, ikisi de tartışmayı kaybetmiş sayılırlardı. Dördüncü ve son kural ise kaybedenler içindi. Kaybeden taraf bu konu açıldığında her zaman kazananı destekleyecekti. Kaybedenin sessiz kalma hakkı yoktu. Bu kurallar tam bir ahlakçı olan T.’nin şahitliğinde kayıt altına alındığından kimse kimseyi kandıramazdı. Böyle bir oyuna neden girmiş olabilirlerdi?


Bu soruyu aklından geçirdi ama cevaplamadan iki arkadaşına kuralları hatırlattıktan sonra şöyle dedi: “dura lex, sed lex”


Nihayet onlar da ikişer hamle yaptılar. Piyonlar öne atılmış ve atlar çıkılmıştı. Ancak oyuna başlamazdan az evvel General N. General K.’ye kareli bir kâğıt uzattı. Ve bunda yapacağı bütün hamleler yazılıydı. Gösterişi çok severdi General N., bu kötü alışkanlığa Paris’te öğrenciyken kapılmıştı. Her nedense T. itiraz etmedi çünkü kurallarda bununla ilgili bir şey yoktu. Emin olmak için yüzünü General K.’ye çevirdi ancak ondan da bir itiraz gelmeyince gözlerini kapadı ve ince dudaklarını yavaşça kıpırdattı. T. bütün dinlerden merhamet dilerken oyun devam ediyordu.


III


Banliyö treninde birkaç durak geçtikten sonra hatırladın. Her şey senin kitapları ayrıştırmanla başlamıştı. İyi de kim söylemişti sana bunu? Önceden bilmediğin bir şeyken nasıl da bir anda en vazgeçilmez yeteneğin olmuştu. Bunu bir türlü anlamlandıramıyordun. Sen bir öğrenciyken, yüzünü her gün değiştiren bir iz sürücü olmayı nasıl başardın? En büyük başarın başarısızlıkta başarılı olmaktı. Hem bir iz sürücüsün ama daha neyin izinde olduğunu ve kim için çalıştığını bile bilmiyorsun. Üstelik ortada ne bir protokol var, ne de verilmiş bir söz. Yine de yerinden doğruluyorsun. Omuzdan askılı çantandan bir küçük kalem ve gazete kağıdından yapılmış not defterini çıkartıyorsun. Yaptığın şeyleri listeliyorsun en baştan:


  • -dükkana girdin
  • -kitapların yeri dikkatini çekti, onları göz ucuyla ayrıştırdın
  • -neyin nerede olduğunu ve ne şekilde düzenlendiğini anlayabilmek için etrafa dikkatlice baktın
  • -bu da yetmedi raflara dizilmiş kitapları tek tek elden geçirdin
  • – bölümlerde gezinirken depo tabelasını ve inilip çıkılan merdiveni gördün
  • -dışarı çıktın, çay aldın, dükkânın önündeki banklara oturdun
  • -insanları incelemeye başladın; tırnakları, parmakları, kavrayışlar, tavırlar ve nihayet yüzler…
  • -sonra geçmişi hatırladın, pardösülü adam ve yaveri ve farlar…
  • – ağzındaki Baretta namlusunu ve sana verilen şifreyi hatırladın
  • – “s”yi yüzlerde aradın, birbiriyle kesişen sokakları turladın durdun ama nafile, bulamadın.

Banliyö hattının tam ortasındaki durakta indin. Bu durak en tenha duraklardan biriydi. Eğer izleniyorsan seninle birlikte başka biri daha inmeli, sana yakın bir köşede beklemeliydi. Tahmin ettiğinin tersine senin peşinden kimse inmemişti. Yine de sağ tarafa yönelip birkaç adım attın, merdivenlerin ve asansörün olduğu yere bakındın. Sonra aynı şeyi sol tarafa dönerek yaptın. Orada da kimse yoktu. Artık izlenmediğine emin olduğuna göre merdivenleri kullanarak indiğin yönün karşısına geçebilirsin. Hızlı ama sakin adımlarla merdivenleri çıktın. Çıkarken de önce saatine sonra ardına baktın. Kimsecikler yoktu. Yolun diğer tarafına geçtiğinde senin dışında bekleyen iki kişiyi gördün.


Bunlardan biri sana çok tanıdık gelse de diğeriyle hiçbir bağ kuramadın. Tanıdık olan kumral saçlı, yüzünde gamzeleri ve kendisini öylece belli eden çizgileriyle insan zihninde türlü çağrışımlar uyandıran; buna karşın bakışlarıyla sürükleyen orta boylu güzel bir kızdı. Ela gözleri seni bir an alıkoysa da dizginleri yeniden ele aldın. Kimdi bu kadın, hatırlamaya çalıştın hem tırnakları da ojeli. Acaba sabah gördüklerinden biri miydi? Yok onlarla alakası olamazdı. Böyle birini görmüş olsaydın kesinlikle ama kesinlikle unutamazdın.


Öyleyse neden ilgilendin onunla? Bak bir iz daha bıraktın. Şimdi bu izlere geri dönmen gerektiğinde ortaya bambaşka sonuçlar ve sorunlar çıkacak. Notlarına bu risk payını ekledin ve yanına da bir kutup yıldızı çizdin. Notlarına her baktığında kutup yıldızını görmeli “risk payını” okumalıydın. Kızı incelerken beklenmedik bir ilgiyle karşılaştın. Attığın her bakışa karşılık kız da sana bir bakış atıyordu. Hafif gülümsemeyi denedin, o da gülümsedi. Parmaklarını açtın kapadın, o da açtı kapadı. Sonra “hey” diye bağırdın, sesinin yankısı kulaklarında yankılandı. Kıza doğru yönelmeye kalktın ama kız başını iki yana doğru salladı ve arkasını dönüp, şehre dönecek olan trenin baştan üçüncü vagonuna bindi. Bir an kalakaldıktan sonra trene yetişmeye çalıştın ama çok geçti. Fakat yerde bir deri parçası buldun. Bu deri parça eski kitapların kaplarını andırıyordu. Bir işaret olabileceğini düşünerek sonraki trene binip evin yolunu tuttun. Şimdi not defterine bir şey daha ekleyebilirsin: Eski bir kitaba ait olabilecek deri parçası ve kumral saçlı ela gözlü güzel bir kız.


IV


Savaş meydanı daha da canlanmaya başlamıştı. Atlılar manevra üzerine manevra yapıyor, filler bir oradan bir buradan bindiriyor ve piyonlar humbaracılara karşı süngü hücumuna kalkıyordu. Güneş artık eski parlaklığını yitirmiş, yerini akşamın laciverdi karanlığına bırakmaya hazırlanıyordu. General K, General N’den aldığı kâğıdı alınca gülümsemiş ve “kaderimi sen çizemezsin” diyerek bu aşağılayan tavrına denk bir cevap vermişti. General K, olası galibiyetine herhangi bir leke çalınsın istemiyordu. Bunu bir onur meselesi haline getiren kendisi olmamasına ve hatta günlük yaşamında ahlakçı öğretilerin kıyısından geçmemiş olmasına karşın bu meseleyi bir gurur meselesi haline getirmişti. General N de ondan aşağı kalır değildi. General K’nin verdiği cevaba karşılık olarak bu sefer ikinci bir kâğıt çıkarmıştı. Bu kâğıtta da General K’nin yapacağı hamleler yazılıydı. General N. kibar ve ciddi tavırla kâğıdı uzatmış: “Ekselansları bu aciz kâhininin yazdıklarını incelemek istemezler mi?”diye sormuştu.


General K, kâğıdı alır almaz öfkeyle yanıtladı General N’yi: Göreceksin sana at eti yedireceğim!


Sırasıyla şu hamleler yapılmıştı oyunda:   1…e5,2.Nc3- Nf6, 3.Bc4-Bc5, 4.B4!- Bxb4, 5.Nd5-Nxd5, 6.exd5 d6, 7.Ne2-O-O, 8.O-O-Nd7, 9.c3-Bc5, 10.d4-Bb6, 11.f4-exd4, 12.Nxd4-Ne5!, 13.fxe5-dxe5, 14.Ba3!-Re8, 15.Qf3-exd4, 16.Qxf7+Kh8, 17.Bf8!- dxc3+, 18.Kh1- Bd4, 19.d6-Be6, 20.Bxe6-Rxf8, 21.dxc7!


Gidişat N’nin kazanacağını gösteriyordu fakat bu sırada hiç de öngörülmeyen bir şey oldu.


V


Birden uyandın. Günlerdir duvarları saydam bu odada kalıyordun. Seni kim getirmişti buraya? Başından neler geçmişti bilmiyordun. Odanın dışında birilerinin olduğundan emindin. Uyku halini atlatır atlatmaz bunun bir rüya olmadığını anladın. Hafif kızarmış gözlerin büyümüş ve ince dudaklarını endişeden kıvrandırıyordu. Oda saydam duvarlardan meydana geldiğinden kapının yerini bulamadın. Bulsan da zaten dışarıya çıkamazdın. Herkesin seni izlediğini, gördüğün rüyaları bile bildiğini düşündün. Sesleri ayırt ederek insanları ve olup bitenleri anlamaya çalıştın. Oysa onlar yaptığın her hareketi, çıkardığın her sesi ve hatta nefes alıp vermeni bile izleyebiliyorlardı. Dikkatlerinin şimdi senin üzerinde olmamaları bu durumu değiştirmiyordu. Sen kendinle uğraşırken dışarıda birden sessizlik oldu. Ve aynı anda saydam odanın kapısı açıldı. Kapıdan çıkar çıkmaz kır saçlı başını iki elinin arasına almış galibiyetinin bedelini boynuna yüklenmişti. Yerde kanlar içinde yatan General N.’nin hemen arkasındaki duvarın önünde kocaman açılmış gözleriyle trende rastladığın kızı gördün. Aslında bu kızı sen o sabah kitabevinde de görmüştün. Ve sanıyorum çok önceleri oturduğun eve gelmişti. Kız iki eliyle güç bela tuttuğu barettayı bir türlü bırakamadı. Kızın elinden silahı alırken bir gözünle General N’ye baktın. General’in sırtından giren kurşun kalbinin tam ortasından çıkmıştı. Ölünün ceplerini yokladığında aynı deri parçasını onda da buldun.


Ama “s.’nin kim olduğunu hâlâ anlayamamıştın. Aslında “s” senin çizilmiş kaderindi. Bu çizilmiş kader kalbinin ortasındaki bir delik gibi açılmış ve günden güne büyüyordu. İçindeki General N’yi kıza öldürttükten sonra anladın ki “Gerçek soylu” kitaplar savaşı kaybetmiş fakat yine de “aristokrat soyluların” lideri olan C.’ye teslim olmamıştı. Birden yok olan “s.”’yi kitabevinde görmüştün ve çok şaşırmıştın. Sonra ona benzettiğin birisini ilk önce kitabevinde sonra istasyonda fakat daha önce de evinde görmüştün. Ona çok anlamlar yükledin. Hâlbuki “s”, yalnızca “gerçek soyluların” nasıl hükmettiğini göstermek istemişti sana. Ya da kalbinde durmadan büyüyen boşluğu… Onu neyle doldurmaya çalışacaktın?


Evet şimdi gerçek izi buldun ya da bütün bunların bir yalan olduğunu anladın. Artık gönül rahatlığıyla depodaki kitapları alıp raflara dizebilir ve mesai bittikten sonra ardına hiç bakmadan evine gidebilirsin. Eğer tekrar ardına bakarsan “s”yi yine göreceksin.