"Fakat sorgu, en kötüsü değildi. En kötüsü, sorgudan sonra hiçliğime, içinde aynı masanın, aynı yatağın, aynı lavabonun, aynı duvar kağıdının bulunduğu aynı odaya geri dönmekti."

"Ama öte yandan insan, yüzler görebiliyordu, bir tarlaya, bir el arabasına, bir ağaca, bir yıldıza, herhangi bir şeye, ne olursa olsun, herhangi bir şeye bakışlarını dikebiliyordu, oysa burada insanın çevresinde hep o aynılık vardı, hep o değişmeyen, korkunç aynılık vardı. Burada dikkatimi düşüncelerimden, sanrılarımdan, hep aynı şeylerden ayırabilecek hiçbir şey yoktu. Ve amaçladıkları da zaten özellikle buydu -düşüncelerimi yutacak, yutacaktım, ta ki boğulana ve sonunda onları kusmaktan başka çare bulamayana kadar, her şeyi söyleyene, istedikleri her şeyi söyleyene, kanıtları ve insanları teslim edene kadar."

"İlk bakış, bir düş kırıklığıydı ve dahası acıyla yoğrulmuş bir öfkeydi: Onca büyük tehlikelerle ele geçirilmiş, onca yakıcı bir beklentiyle saklanmış olan bu kitap, satranç oyununa ait bir seçkiden, yüz elli şampiyonluk oyununu bir araya getiren bir seçkiden başka bir şey değildi."

"Ve tüylerim ürpererek anladım ki, bu gidiş geliş kendisi bilincine varmaksızın bir zamanlarki hücresinin bir röprodüksiyonunu çıkarmaktaydı: Hapis kaldığı aylar boyunca, tıpkı kafese kapatılmış bir hayvan gibi, böyle aşağı yukarı koşuşturmuş olmalıydı, tıpkı şimdiki gibi elleri birbirine kenetlenmiş, omuzları da büzülmüş olmalıydı; evet, orada böyle, başka türlü değil, hep böyle, donuk, ama ateşli bakışlarında deliliğin kırmızı ışıklarıyla birlikte belki bin kez gidip gelmiş olmalıydı."

"Ne olduğunu ancak bir saniye sonra anlayabildik: Czentovic oyunu bırakmıştı. Hepimizin önünde açıkça mat durumuna düşmemek için teslim olmuştu. Olanaksız gibi gözüken olmuş, dünya şampiyonu olan kişi, sayısız turnuvanın galibi, adı sanı bilinmeyen bir adamın önünde, yirmi- yirmi beş yıldır elini tek bir satranç tahtasına sürmemiş olan birinin önünde teslim bayrağını çekmişti. Burada adsız ve tanınmayan biri olan dostumuz, yeryüzünün en güçlü satranç oyuncusunu herkesin önündeki mücadelede yenilgiye uğratmıştı!"

"Eğildi ve sonra tıpkı ilk gelişindeki gibi, aynı sade ve esrarlı tavrıyla, çıkıp gitti. Bu adamın neden bir daha asla bir satranç tahtasına elini sürmeyeceğini bir tek ben biliyordum, ötekiler kafaları biraz karışmış olarak geride kalmışlardı, içlerinde sanki son anda nahoş ve daha tehlikeli bir durumdan kurtulmuşlar gibi belirsiz bir duygu vardı. 'Damned fool! (kahrolası budala!)' diye homurdandı McConnor uğradığı düş kırıklığıyla. Son olarak Czentovic yerinden kalktı ve yarıda kalmış olan oyuna bir kez daha baktı."

------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

New York'tan Buenos Aires'e giden bir yolcu gemisinde yolcular arasında bulunan bir milyoner, dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic'e, ücreti karşılığında, bir parti satranç oynamayı teklif eder. İkisinin oyununu izleyen Avusturyalı bir göçmen, Dr. B., oyun sırasında kendini tutamayıp onlara karışınca şampiyonla karşılaşması önerilir kendisine. Gestapo tarafından bir otel odasına kapatılan ve uzunca bir süreyi bu odada, tek başına ve oyalanacak hiçbir şeyi olmadan geçiren, yalnızca sorgulama için odadan çıkarılan Dr. B., bir gün rastlantıyla eline geçirdiği bir satranç kitabı sayesinde bu oyunun inceliklerini öğrenmiştir. Satranç tahtası ve taşları olmamasına rağmen, önce ekmekten yaptığı satranç taşlarıyla sonra da tümüyle zihninden oynayarak kuramsal bir satranç ustası olup çıkar. Ancak bu tutkusu yüzünden sinir krizine, beyin ateşine yakalanır. Tedavi olur, arkasından da serbest bırakılır. Yirmi yıldır eline satranç taşı almamış olsa da, Dr. B., gemide satranç şampiyonuyla oynadığı oyunu inanılmaz bir biçimde kazanır. Kendini olayın heyecanına kaptırarak maçın rövanşını oynamayı isteyince şaşırtıcı bir son bekler onu. Stefan Zweig'ın büyük bir ustalıkla kaleme aldığı kısa, ama yoğun romanı Satranç, gerilimli kurgusu, kahramanının ruhsal gelgitlerinin incelikle işlendiği dokusuyla bir solukta okunuyor.